Albay İbrahim Hulusi Yahyagil, Harp okulu mezunu, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı gazisi, dinî ve manevî ilimlere aşina ve Bediüzzaman Said Nursi’nin ifadesiyle “yüksek bir mertebe olan imamlık şerefiyle şereflenen” bir zattır. 1928’de Eğirdir’e tayin edildiğinde, Bediüzzaman’ın Barla’da olduğunu öğrenince ziyaretine gider. Bediüzzaman ile tanışması bu şekilde olur.
Üstad Eğirdir’e yazdığı bir mektubunda, “Sözler”i yazdığı esnada, misalleri çoğunlukla askerlikten vermesinin sırrını açıklarken Hulusi Bey’e işaret eder: “İşte seni gurursuz bildiğim için bu sırrı sana açıklıyorum. Şöyle ki: Ben Sözler’i yazarken ihtiyarsız olarak ekser temsilatı, şuunat-ı askeriye nevinden zuhur ediyordu. Ben hayret ediyordum, sebebini bulamıyordum. Sonra hatırıma geldi ki, belki istikbalde şu Sözler’i hakkıyla anlayacak, kabul edip hırz-ı can edecek en mühim talebeleri askeriyeden yetişecek. Onun için böyle yazmaya mecbur oluyorum diye düşünüp o kahraman askerleri bekliyordum. İşte mağrur olma, şükret! Sen o askerlerden bahtiyar birisin ki, evvel yetiştin.”
Üstad Hazretlerinin yeğeni Abdurrahman’ın vefatı üzerine, Üstadın hüzünlü rahmet-i İlâhiye Hulusi Bey gibi kabiliyetli birisini karşısına çıkarmakla tedavi eder. Üstad bunu şöyle ifade eder: “Hulusi Bey, benim yegâne manevî evladım ve medar-ı tesellim ve hakikî vârisim ve bir deha-i nurani sahibi olacağı muhtemel olan biraderzadem Abdurrahman’ın vefatından sonra, Hulusi aynen yerine geçip o merhumdan beklediğim hizmeti, onun gibi ifaya başlamasıyla ve ben onu görmeden epey zaman evvel Sözler’i yazarken, onun aynı vazifesiyle muvazzaf bir şahs-ı manevî bana muhatap olmuşçasına, ekseriyet-i mutlakayla temsilatım onun vazifesine ve mesleğine göre olmuştur. Demek oluyor ki, bu şahsı, Cenab-ı Hak bana hizmet-i Kur’ân ve imanda bir talebe, bir muin tayin etmiş. Ben de bilmeyerek onunla onu görmeden evvel konuşuyormuşum, ders veriyormuşum.”
İbrahim Hulusi Yahyagil, 1896 yılında Ramazan’ın birinci günü Elazığ’ın Kestik köyünde dünyaya gelir. Hulusi Bey, ilk tahsilini Elaziz Çarşı Camii imamından alır. Sonra Elaziz Askeri Rüştiyesi’ne kaydolur. Askerî lisedeyken üç günde bir Kur’ân’ı hatmeder. Harbiye’deyken Birinci Dünya Savaşı çıkar. Hulusi Bey’de on sekiz yaşında bir teğmen adayı olarak orduya katılır. 1915’te Çanakkale Savaşında bulunur.
Hulusi Ağabey, 1929’da Ustad’la ilk kez Barla’da görüşür. Daha ilk görüşmede Üstad Hazretleri Hulusi Bey’e; “Kardeşim ben şeyh değilim, imamım. İmam-ı Rabbanî, İmam-ı Gazalî gibi ben de bir imamım!”der. Hulusi Bey daha sonra bu hadiseyi anlatırken; “İşte bu ilk sohbette benim gönlüm, artık hakikat ateşiyle tutuşmaya başladı. Meseleyi kavradım. O zatın nasıl bir vazifeyle muvazzaf olduğunu anladım. Bütün kalbimle ona teslim oldum. İmanî ve Kur’ânî olan hizmet yoluna ben de girdim.” der.
Hulusi Bey Üstadının yanına gidemediği zamanlarda mektuplar yazardı. Bu mektuplar iletişim aracı olduğu gibi aynı zamanda eğitim ve irşad vasıtasıdır. Üstad Hazretleri Hulusi Bey’e yazdığı bir mektubun başında “Sevgili Kardeşim” der ve bu tabiri yalnız Hulusi Bey için kullanmıştır.
Hulusi Bey, emekli olur olmaz ilk iş olarak sakal bırakıp Emirdağ’da bulunan Üstad’ı ziyarete gider. Bu ziyaretini şöyle anlatır. “Eğirdir’den ayrıldıktan, yani 6 Ekim 1930’dan yirmi yıl sonra Üstadı Emirdağ’da ziyaret ettim. Bu yirmi yıl sonraki ziyarette yanında yirmi dakika kalabildim.”
Üstad Hazretleri bu ziyaret esnasında Hulusi Ağabey’e ayrıca, “Beni zehirlemeye çalışıyorlar. Evvelce bir rovelver taşıyordum, şimdi iki rovelver taşıyorum. Şimdi şu anlarda hayatımı muhafaza etmek çok büyük ve ehemmiyetli bir meseledir!” der. Hulusi Ağabey içeri girdiğinde Risale-i Nur Külliyatı’nın masanın üstünde olduğunu, en üstte de Mektubat bulunduğunu müşahede eder. Üstad bir ara: “Kardeşim, ben bu Risaleleri saklasam, bela ve musibet gelir. Onun için ne olursa olsun, daima Risale-i Nur’u yanımda bulunduruyorum.” der. Adeta maddi hayatı korumak için nasıl silah gerekliyse, manevî hayatı korumak için de Risale-Nur’un vazgeçilmez olduğunu ifade etmektedir. Bu ziyaret esnasında Üstad Hulusi Bey’in sakalını sıvazlayıp dua eder. Hulusi Bey ayrılıp terminale giderken Üstad arkasından Mustafa Sungur’u gönderir. “Hulusi’ye söyle, kendisinden ayrıldığım yirmi gün gibi olmuş” der. Hulusi Ağabey de aynı halet-i ruhiye içindedir. “Aynen benim için de Üstad’dan ayrıldığım sanki yirmi gün gibi olmuştur.” der. Böylece gerçek dostlar arasında zahirî ayrılığın bir kıymeti olmadığı bir kere daha ortaya çıkar. Bir defasında Hulusi Bey’e “Yirmi sene Ustad’ı görmemeye nasıl tahammül ettiniz?” denildiğinde: “Biz hiç ayrılmadık ki!” cevabını verir ve avucunu açarak: “Üstad Hazretleri bizi avucunun içi gibi müşahede eder ve müşküllerimize sormadan cevap verirdi.”der.
Üstad Barla Lahikası’nda buna şöyle işaret eder: “Mabeynimizdeki münasebet ve uhuvvet halis ve lillah için olduğundan, zaman ve mekânla mukayyet olmaz. Bir şehir, bir vilayet, bir memleket, belki küre-i arz, belki dünya, belki âlem-i vücut iki hakiki dost için, bir meclis hükmündedir. Böyle dostluk ve kardeşliğin firakı yok, hep visaldir. Fani, mecazî, dünyevî dostluklar sahipleri düşünsün, bize ne!”
Hulusi Ağabey Nurlara bütün benliğiyle sarılıp “Nur’un birinci talebesi” olur. Özellikle “ilmin anahtarı” olan sorularıyla Mektubat başta olmak üzere, pek çok hakikatin vücut bulmasına vesile olur.
Hulusi Ağabey 26 Temmuz 1986’ da Elazığ’da Rahmet-i Rahman’a kavuşur. Allah ondan razı olsun.
Kaynakça: Nurun Birinci Talebesi Hulusi Yahyagil- İhsan Atasoy- Nesil yayınları