“Beni dünyaya çağırma!” dediğin, ehl-i gafletin dünyasında yaşadığımız, girip de -şahit olduğumuz-, belki de başrol oynadığımız bir gündü. Adına ister kutlama, ister düğün, ister ise özel gün denilsin…Gaflet aynı gafletti, günah aynı günahtı; sadece figüranları farklı olan… Ne bir ilk olacaktı bu bahtsız müşahedelikler, ne de bir son. Ortalıktaki bu vurdumduymaz, umursamaz günah kirlerine karşı, ne yürek ağrılarımız azalacak, ne de göz yaşlarımız son bulacak kalplerdeki imanlar can çekiştiği müddetçe.
Rengarenk bir bahar günüydü. Masumiyetin her tonuna bürünmüştü adeta ortalık. Cicili –bicili kıyafetleriyle oraya buraya koşuşturan baharın çiçeklerini andıran minicik masumlar. Küçücük yüreklerine sığdıramadıkları kocaman heyecanlarıyla. O safi simalarında o an için okunan tek şey ise; günlerdir prova edip, çalıştıkları gösterilerini bu kez sahnede seyircilerin huzurunda, yanılmadan, kusursuzca ve güzelce sergileyebilmek. Müziğin ritmiyle, tertemiz fıtratlarına pek uzak- neredeyse yabani diyebileceğimiz- şarkı sözleri eşliğinde. Olmaz ise olmaz figürlerin kahramanları ise sizin-benim minik yavrularımız.
Anne –babalar ise bu önemli günde evlatlarının hazırlamış olduğu etkinliklerine katılarak destek olma gayretinde. Günlerdir elbisesiydi, ayakkabısıydı vs. derken gösterilerde kullanılacak tüm malzemeleri tedarik ederek, hazırlanan büyükler. Bir yandan da o günü tatlı bir anı olarak karelemek ve de ileride tekrar tekrar izleyebilmek için kayda almak hengamesindeler, tek elleri havada bekliyorlar tetikte. Bir an bile “Ne yapıyorum?” diyerek düşünmeden, kendilerinin gafilce-koşarak girdikleri günah ve imansızlık girdaplarına, hiçbir şeyden habersiz bebelerini ellerinden tutarak, teşvikkârane sürükledikleri birer drama her bir kare.
Biyolojik olmaktan öteye gidemeyen ebeveynler… Evlatlarımızın; karnını doyurmak, üstünü başını almak, ihtiyaçlarını görmekle, hâsılı her maddî imkanı onların ayaklarına sermekle işimizi bitirdiğimizi sanıp köşeye çekilen bizler… Maddeyi sonuna kadar suna suna, manadan bihaber bıraktık her şeyimizi, lübbü unutup kabuğu süsledik habire…İman takviyesine gayret göstermeden, medeniyetin “edenî” haliyle kalıp, onları sırf dünya için yetiştirip, sırf dünya uğruna harcayanlar olduk… Acımasız, umursamaz, vurdumduymaz ana babalar olduk! Acımadan, ne hallere giriftar ettik evlatlarımızı? Neresi için, neyi feda ederek, ettirerek? Neyi, neleri feda edeceğimizi, kim için, ne için, neresi için yaşamamız gerektiğini, neleri yaşatarak öğrettik?
Gözünü açtığı andan itibaren, bizi görerek bizi taklit eden yavrularımızı; iman ile sarıp sarmalamamışken daha, dünya kundağıyla dünyevileştirdik mi? Bilerek, severek, hoşlanarak teşvik ettik mi günahlara, haramlara? Yoksa imandan ve İslamiyet’ten çizgilerimiz var mıydı hâlâ yüreğimizde? Dünyayı onlar adına, ama kendimiz için de imar ederken, ahireti heder etmek emanetçiliğin neresinde? O minicik birer vedia olan yavruları göz göre göre fitne kucağına umursamazlıkla bırakıvermek emanete hıyanet değil mi? Sorarım kendime. Beynimi kemiren sorular, imansızlık cenderesine sıkılmış yüreğimde mukni cevaplarını arar habire zihnimle boğuşarak. Aklımın “olamaz” dediğine, kalbim eciş-bücüş “amenna öyleyse” diyemez nedense? Nefsimle birlik olmuşçasına şeytanım kuyruğunu kıstırıp da gitmez bir türlü. Yüreğimin efsunlu kalesine girmeye inat ederek ayak diretir. Sorarım kendime, neden neden?
Senin yıllar öncesinde şahit olduğun ve de bu sahneye alevlenip tutuştuğun, ebed-i endişe-i helâketten gelen elemlerin o günden farksız, bugün için de. Belli ki her asırda olup –olacağı gibi, iman ve küfür cebelleşecek. Umursamaz tavırlar ve de umursamaz anne-babaların günahlara teşvikkârane iltifatları ise, ah! Kalbimizi delip geçecek cinsten.
Yüreğinin yangın yerine dönüşüne, gözlerinin göğe yükselen alevleri söndürebilmek endişesiyle coşkun çoşkun ağlayışına şahit olmayı… Senden öğrendim Üstadım. İmansızlığa sürüklenen çocukları ve gençleri gördükçe kendimi tutamayıp ağlamayı, dua etmeyi senden öğrendim. Çocukluğun bütün ömre bir çekirdek olup, ömrün devamına menşe olacağı hengamda nasıl da hırpalanıp zedelendiğine şahit olarak. Tertemiz masum bedenlerin sahibi, tertemiz yüreklerinin imandan bihaber bırakılıp zulmetle doldurulmak istenilişine tanık olarak. “Çünkü bir çocuk, küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkül bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Adeta gayr-ı müslim birisinin İslâmiyeti kabul etmek derecesinde zor oluyor, yabani düşer. Bilhassa, peder ve validesini dindar görmezse ve yalnız dünyevî fenlerle zihni terbiye olsa, daha ziyade yabanilik verir.”1
Evlatlarımızı yetiştirirken, ileride onların tertemiz fıtratlarına ve zihinlerine kazınacak olan en güzel suretleri sunmak adına katlandığımız çabalarımız karşılıksız kalmayacaktır…