Kapak

GEÇMİŞTEN GELECEĞE UZANAN İSTİKAMET ÇİZGİSİ

Mazinin yokluk karanlıklarından gelen vücut ve hayat sahrasında misafir olan istikbalin yüksek bağlarına müteveccihen yürüyen kafileyi beşer.
Hazreti Üstad “Kur’an’ın nuruyla gördüm ki o yol bataklığa girdi kokuşmuş pis mülevves bataklık içinde kafileyi beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selametli yolda gider, bir kısmı mümkün olduğu kadar çamurdan bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş, bir kısmı ekserisi o ufunetli pis çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde sekseni bataklı, pis çamurlu, ufunetli olduğunu hisseder fakat mütehayyirdir, şaşkındır, selametli yolu göremiyorlar” diyor.
İşte nurun saf-ı evvelleri, kendilerini bu iman ve Kur’an yoluna öyle vakfettiler ki kendi imanlarını kurtarırken bataklığa düşmüş şaşkın olan beşeri de nurlar ile kurtarma sevdasının sevdalıları oldular. Zira onlar yoklukta varlığı bulan, bela zindanında sefa-i seyreden, fazla meşakkati ziyade makbuliyete alamet sayan, dünyada iken Cennete davet edilseler kalemlerinin ucunu dahi yazıdan kaldırmayanlar, Nur’un saf-ı evvel kahramanları, hayat sahrasına imtihan için geldiğini bilenler, musibetlere musikinin nağmesi nazarı ile baktılar. Onlar bizleri mazi ile ecdat ile bağlayan doğru müstakim bir köprü olmaya çalışanlar. Onlar kış mevsiminde gelip toprağa tohum saçanlar. Onlar saf-ı evvel Nur kahramanları acele edip kışta geldiler, Üstad Bediüzzaman gibi. Bizler ise Cennet asa baharda geldik. Ekilen Nur tohumları çiçek açtı.
Gelecek nesil maziye baktığında “Tuh o Asrın gayretsiz insanlarına!” dediklerinde yüzlerine gelecek tahkiri onurlu gayretli hizmetleriyle dik duruşlarıyla cevap verdiler. Rablerine layık kul, Resul’e (asm) layık Ümmet, Üstadımıza layık talebi olma liyakatini gösterdiklerini tarih ve hizmet ayinesinde görmekteyiz. Evet onların imtihanı çetindi, sertti fakat onlar ağızları yandığı halde talebelikten vazgeçmediler. Hariçten gelen hücumlar onları kuvvetlendirmişti. Mukavemetleri ziyadeydi. Onların hasretine soludukları ortama şimdi biz sahibiz kütüphanelerimiz cilt cilt kırmızı kitaplar ile dolu. Her yerde nurun sohbet meclisleri. Fakat fakat bu neslin de bu rahatlıkta rahatlık imtihanları mı idi, yoksa bizden bize ait olan bir şeyleri mi almışlardı gözümüzün içine baka baka? Elimizdeki aynı kudsi hakikatlere rağmen? Yoksa kurt gövdenin içinde mi? Can damarımızı kesen kanımızı emen düşmanı dost mu sandık? Basiret gözü körleşti mi?
Hile damı ile, hayırhah kılığıyla kuzu postuna giren kurdu ile ve suret-i haktan görünerek çıktılar karşımıza ve ahiretimizi mahveden düşmanları dost zanneder olduk.
Karanlıkta dolaplarda yazılanları, aydınlıkta konsol ve koltuklarda az okur olduk da acaba ondan mı gözlerimiz bağlandı? Yoksa meylürrahat mı elimizi kolumuzu bağladı? Ya da havalecilik, bananecilik ve cihadın her bir ferde farziyeti unutuldu mu? Yoksa kendimizi ölümsüz layemut, dünyayı da ebedi mi sandık?
Yoksa Hazret-i Ömer’in her zaman yaptığı “Bugün Allah için ne yaptın?” suallerini sormaz mı olduk? “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için çalış ama yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalış” emri peygamberisini, Bektaşi gibi yanlış mana vererek sadece birinci kısmını mı aldık?
2,5 yıl boyunca eşi eve hiç uğramayan 6 çocuk büyütüp dağdan evine odun taşıyan, eşi eve gelince de “Hazreti Üstada bırakıp niçin geldiniz?” diyen Emine Sungurlar yerine “Bugün de derse gideceğim!” diyen eşimize “Bize ne zaman vakit ayıracaksın?” serzenişlerini yapar mı olduk?
Cellad-ı sehhara teslimden vazgeçmeli yeni bir silkiniş ile insan düştüğü yerden kalkar sırrınca.
Zira üstadımız 13. Asrın minaresinin başında durmuş dün saffı evvel abi ve ablalara seslendiği ölçü kaide ve prensipleri ile bu zamanın da nesli olan bizlere sesleniyor. Ülfet, ünsiyet, hırs-ı hayat, hıfz-ı hayat ve dünyevileşme belasından sıyrılıp yeni bir doğuş ile silkilip üzerimizdeki ölü toprağını atmalıyız. 3.4. sıraya ötelediğimiz nurun hizmetini hayatımızın birinci sırasına taşımalıyız. Neden çünkü dünya madem fanidir, hem madem ömür kısadır, hem gayet lüzumlu vazifeler çoktur, hem madem hayatı ebediye burada kazanılacaktır. Hem madem dünya sahipsiz değil, hem madem şu misafirhaneyi dünyada gayet Hakim ve Kerim bir müdebbir var. Hem madem ne iyilik, ne fenalık cezasız kalmayacaktır. Hem madem Allah bir kimseye gücünün yettiğinden başka sorumluluk yüklemez, hem madem zararsız yol zararlı yola müreccahtır, hem madem dünyevi dostlar ve rütbeler kabir kapısına kadardır, elbette en bahtiyar odur ki, dünya için ahiretini unutmasın. Ahiretini dünyaya feda etmesin hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin, kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin selametle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.
Zehra Babacanlar , Fitnat Güngörler, Emine Sungurlar gibi bayrağı alıp müstakim bir çizgide Hakkı haykıran lisanlarıyla ve lisan-ı halleriyle de bizlere numune olanlar gibi diyebilmeliyiz; “Üstadım eşim de, işim de, evladım da, hayatım da senindir nuru Kur’an davasınındır.”

Nurbanu Şen

 

Yazının devamını Bizim Aile dergisi Eylül sayımızdan okuyabilirsiniz.

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*