Son zamanlarda çokça konuşulan ve tartışılan konulardan biri haline geldi toplumsal cinsiyet farklılıkları. Beşerî ve sosyal hayattaki problemlerin çoğunun toplumsal cinsiyet ayrımcılığından kaynaklandığının farkında olan uzmanlar, geleneksel algıyla mücadeleye girişmiş durumda. Hatta öyle bir raddeye geldi ki; “Toplum cinsiyete göre rol dayatmasın, herkes kendi kimliğini kendi belirlesin!” şeklindeki yaklaşım maalesef en az diğeri kadar tehlikeli başka problemleri beraberinde getirdi. Bunu gören özellikle muhafazakâr anlayışa sahip bir diğer kesim ise toplumsal cinsiyet rollerinin korunması gerektiği iddiasındalar. Biz; iki görüşe de salt doğru/yanlış nazarıyla bakacak değiliz. Çünkü bize göre ikisinin de eksik ya da hatalı tarafları var. Bu yazıda; kadınların sahip olduğu-sahip olması ya da olmaması gerektiği iddia edilen-rollerden biri olarak “anne olma”yı ele alacağız. Toplumsal cinsiyetin kadına yüklediği düşünülen bu vazifeye; dindarlar olarak bizim de yeterince dile getiremediğimiz bir pencere olan ihlâs penceresinden bakmaya çalışacağız. Zira Hanımlar Rehberi’ni dikkatle incelediğimizde üzerinde en fazla durulan hususun, ihlâs olduğunu fark etmekteyiz.
Öncelikle vurgulanması gereken; cinsiyet farklılıklarını tartışan kimseler olarak, illâ ki bu iki cinsten birine sahip olmamız hasebiyle taraf olduğumuzdur. Yani ya içinden baktığımız ya da içinden bakamadığımız bir cinsiyet hakkında yargıya varmaya çalışıyoruz.(1) Öyleyse bu konuda en âdil hükmü; cinsiyete sahip olmayan ve muhtaç da olmayan Yaratıcı’nın vereceğine şüphe yoktur.
İslâm inancına göre; Allah kadını ve erkeği, birbirlerini her anlamda tamamlayacak bir şekilde yarattı. Bazı yönleriyle kadını erkeğe, bazı yönleriyle de erkeği kadına üstün kıldı. Kadın ve erkeğe ayrı ayrı verdiği kabiliyet, cihazât ve meyillere göre de birtakım vazifelerle tavzif etti. “Cenab-ı Hak bir şeyi emreder, sonra hasen olur. Nehyeder, sonra kabih olur.”(2) sırrınca; cinsiyet ve rol farklılıklarına, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği/yasakladığı şeklinde baktığımızda, yukarıda bahsini ettiğimiz tartışmaya ışık tutacak ve kesin adaleti sağlayacak bir tablo ortaya çıkacaktır. Meselâ; kadın annelik vazifesiyle tavzif edilmiş. Bu vazifelendirmeyi bazıları; “Kadın sadece evde otursun, çocuk doğursun, çocuk baksın. Toplumun kadına dayattığı rol bu!” şeklinde okuyorlar. Bir bakıma haklılar. Çünkü annelik vazifesi, Allah kadına emrettiği için kadında güzel olan ve sadece Allah’ı razı etmek için yüklenilecek bir vazife iken, zamanla toplumsal cinsiyetin bir parçası olarak kadın için bir zorunluluk haline gelmiştir. Hâlbuki İslâmiyet; çocuk doğurmayı kadının yaratılış gayesi olarak tanımlamaz. Ancak anne olmayı kadın için bir şeref ve erkeğe üstünlük sebebi sayar. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselam’ın; “Benim kendisine hizmet ve ülfet etmeme, insanlar içinde en lâyık ve en çok hakkı olan kimdir?” diye soran kimseye, üç defa “Annendir.” buyurduktan sonra dördüncü olarak “Babandır.”(3) demesi, kadının annelik sıfatıyla erkeğe olan üstünlüğüne işaret eder. Keza annelik vazifesiyle tavzif olunmuş bir kadına, çektiği sıkıntılara mukabil maddi ve manevi pek çok mükâfatla teşviklerde bulunulmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân-ı Hakîm’e ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a müteveccih olduğu için, Asr-ı Saadet’in hanımlarıyla aramızda köprü kuruyor, zamanla değişen, kirlenen kadın algısını düzeltiyor. Anne olma rolüne üç aşamalı bir bakış açısı –bizim istifade ettiğimiz kadarıyla- sunmamızı sağlıyor.
Öncelikle insandaki ihtiyacı ortaya koyuyor Bediüzzaman. İnsanda acizliği ve zayıflığı sebebiyle daima bir çocukluk bulunduğunu ve bu nedenle her vakit şefkate muhtaç olduğunu söylüyor. Sonra kadına bakıyor. Kadınların fıtraten sahip olduğu şefkat hissinin hakiki bir ihlâs ve karşılıksız bir fedakârlığı da barındırdığını görüyor ve onları “Şefkat Kahramanları” olarak vasıflandırıyor. Bu kahramanlığa delil olarak ise hayvanî validelerdeki şefkati gösteriyor ve diyor;
“Bunlar kendi hesabına ve kendileri namına, kendi kemalleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünki hayatını, vazifede lâzım gelse feda ediyorlar. Belki vazifeleri, onları o vazife ile tavzif eden ve o vazife içinde rahmetiyle bir lezzet derç eden Mün’im-i Kerim’in hesabına ve Fâtır-ı Zülcelal’in namına görüyorlar.”(4)
Daha sonrasında ise kadının bir anne olarak yüklenmesi gereken vazifelerin altını çizmiş oluyor. Yani, İslâmiyet’te; “Kadın, çocuk doğurmak için yaratılmıştır. Yapması gerekenler de işte bunlar bunlardır.” şeklinde katı bir anlayış olmadığı gibi Bediüzzaman Hazretlerinin açıklamalarında da görüldüğü gibi böyle bir yaklaşımı yoktur. Hakîm ismine mazhariyetle; fıtrat okunmuş, ihtiyaçlar, meyiller ve istidatlar tefekkür edilmiş ondan sonra tüm bunlara ra mukabil, ne yapılarak bu duygulara hakiki cevap verilebilir ve saadete erişilebilir? sorusu cevaplanmıştır. Yukarıdaki ifadeden beşerî valideler olarak çıkarabileceğimiz en büyük ders ihlâs dersidir.
Kendi hesabına, kendileri namına, kendi kemalleri için o vazifeyi görmemek!
Burada Bediüzzaman, hiç şüphesiz, bugün annelerin yaptığı pek çok hataya kaynaklık eden çok önemli hissiyatlara işaret ediyor. Hatta bu mana içerisinde, ailenin ve kocanın beklentisi o yönde olduğu için, toplumsal ve kültürel değerler kadına o vazifeyi dayattığı için gibi maddelerin de anlaşılabileceğini söylesek, yanlış olmaz kanaatindeyim. Zira annelik gibi şerefli bir vazife, eğer verildiyse, sadece Allah’ın rızasını kazanmak için şâkirane yerine getirilmeye layıktır. Bu vazifeye mukabil daha dünyada elde edeceği birinci mükâfat; o vazife içinde Rahmân’ın rahmetiyle derç ettiği lezzet. Daha sonra ise hem hayat-ı dünyeviyesini, hem hayat-ı ebediyesini onunla kurtarma müjdesi.
Okumaya devam ettiğimizde; kadını bu vazifeye mazhar eden, Rahman-ı Rahîm’in bir cilvesi olarak kendisine verilen şefkatini su-i istimal etmemesi gerektiğini öğreniyoruz.(5) Çocuğunun dünyevi hayatını kurtarmak için yaptığı fedakârlık kadar, belki de daha fazla uhrevi hayatının kurtulması için de fedakârlıkta bulunmalıdır anne. En önemlisi de hakiki bir ihlâs ve hakiki bir fedakârlığı taşıyan fıtrî şefkat hissini evladına ders vererek hüsn-ü istimal etmiş olacağını da yine Üstad Hazretlerinin ifadelerinden anlıyoruz. Zira Bediüzzaman, kendisine “Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cem’iyetin, yirmi beş milyon Türk cem’iyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun.”(6) dedirten yüksek şefkatini annesinden aldığını belirtiyor. Hatta annelik vazifesini ihlâsla, şefkatini su-i istimal etmeyerek, bu duyguyu evladına da öğreterek yerine getiren kadınlar sayesinde, sadece bizim toplumumuz değil bütün İslâm âleminin huzura ve saadete kavuşacağının müjdesini onun şu ifadesinde görebiliriz. “Eğer bu iki nokta o mübarek taifede inkişafa başlasa, daire-i İslâmiye’de pek büyük bir saadete medar olur.”(7)
Kadına toplum tarafından dayatıldığı düşünülen diğer rolleri de (eş olma, kız evlat olma, öğrenci olma vb.) bu şekilde önce İslâm’ın hükümlerine, sonra onların günümüz ihtiyaç ve fehmine göre izahı olan Risale-i Nur eserlerine sorduğumuzda; temel problemin ihlâssızlık olduğunu fark edeceğiz. Vazifeyi ihlâsla yerine getirememenin neticesi olarak ortaya çıkan problemleri dinin hükümlerine atfeden içtimaiyyun ve siyasiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın! Onların iddialarını fiilen yalanlamak ve çok arzuladığımız dünya ve ahiret saadetimizi temin etmek için… Hayır, hayır! En başta ve sadece Allah rızası için Asr-ı Saadeti ve Hanımlar Rehberi’ni önümüze koyarak bakış açımızı değiştirmeye ne dersiniz?
Kaynakça:
1. Ahmet Battal, Cinsiyetten Doğan Haklar ve Yükümlülükler, Köprü Dergisi, sayı 113
2 .Said Nursî, Sözler, sf.437, Yeni Tanzim
3. Buhârî, Edeb: 2, Müslim, Birr: 1
4. Said Nursî, Lem’alar, sf.176, Eski Tanzim
5. A.g.e. sf.260
6. Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, sf. 962, Yeni Tanzim
7. A.g.e. sf.260