“Hacı adaylarıyla hacca gittik. Büyükçe bir salonda karyolalar yan yana diziliydi. O salonda bulunanların hepsi eğitimli insanlardı. Bunlardan bir tanesi herhangi birini tenkit etmeye başlardı. Meselâ; “Abdullah’ın şu hataları vardır.” Öbürü; “Celâleddin’in daha büyük hataları var” diye anlatırdı. Üstad’ın yakın talebelerinden Ceylan Çalışkan Ağabey yattığı yerden hemen seslenirdi: “Ömer Efendi!” Fırlayıp yanına giderdim. “Ben çok hastayım, ne yapsam acaba?” “Ağabey, doktor çağırayım, ilâç alayım. Ne buyurursun?” derdim. Tabii o salonda bulunan herkes dikkat kesilirdi; Ağabeyimiz hastaymış diye. “Ömer Efendi” derdi, “Ben kimsenin aleyhinde konuşamıyorum, acaba ne yapsam?” Hepimiz gülerdik, “Tamam Ağabey, konuşmayacağız” derdik, yatardık. İnsan başkasını konuşmaya alışınca, farkında bile olmadan konuşur. Yine konuşan oldu mu Ceylan Ağabey beni yine çağırıp yine aynı cümleyi söylerdi. Yani konuşanlara dönüp gıybet yapmayın, haramdır, demezdi. Bu itirazını kadife bir mendile sarıp uzatırdı.”
İşte böyle bir hatıra geçiyor kayıtlara… Ben bu hatırayı ilk dinlediğimde; “Ceylan Ağabeyim ya, ne kadar da tatlı!” deyip, “aaa biliyor musunuz; bir kere de şöyle demiş, böyle yapmış, hatta biliyor musunuz bir gün de şöyle olmuş” diye birçok anı, hatıra anlatmaya koyulmuştum. Sonra düşündüm de talebe olmaya çabaladığımız şu zamanda biz bu hikâyenin neresindeyiz ki? Hatta onu da geçtim, biz bu hikâyenin herhangi bir kahramanı olabiliyor muyuz? Bir gün bir gıybet esnasında Ceylan Ağabeyin söylediği sözleri işitsek bir kardeşimizden, bizim tepkimiz ne olur acaba?
İşte tüm bu soruları çokça sormalı belki de insan… Gıybetin o dehşetli halini hakikaten hissetmeli dünyasında.
Şimdi gelin bir hatırayı da Molla Hamid Ağabeyin dilinden dinleyelim:
“Bir gün, camiin hücre kapısını açık unutmuştuk. Talebe arkadaşların küpte kavurmaları vardı. İçeri giren bir köpek, küpe kafasını sokup kavurmaları yemiş, sonra da kafasını çıkaramayınca küpü kırıp kaçmış.
“Talebe arkadaşların canı çok sıkılmıştı. Bir tertiple köpeği tekrar celbedip, sopa ile döveceklerdi. Üstad vaziyeti öğrenince, onları vazgeçirmek istedi. Molla Resûl:
“Seyda biraz kıymamız vardı. Biz kıyamıyorduk ki, yiyelim. Hâlbuki bir köpek gelerek hem kıymayı yemiş, hem de küpü kırmış. Bize zarar verdi. Nasıl biz onu dövmeyelim?’ dedi, Üstad:
“Molla Resûl, senden soruyorum, vicdanen söyle, sen aç kalsan, paran da olmasa, bir şey almaya gücün de olmasa, nihayet açık bir yerde bir et bulsan, yer misin, yemez misin? Hâlbuki aklın var, idrak ediyorsun ki, bu etin sahibi var’ diye konuştu.
“Molla Resûl, Üstad’ın bu konuşması üzerine bir müddet konuşmayarak sustu: Sonra cevaben:
“Evet, yerim Seyda!’ dedi.
“Üstad tekrar buyurdu ki:
“Bu hayvandır, aklı yoktur. Haramı helâli bilmiyor. Hayr ve şerri tanımıyor. Sahibinin kendisini döveceğini de bilmiyor. Elbette açık kapıdan girip, kıymalarınızı yemiş. Bundan dolayı cezaya müstahak mıdır? Sizden soruyorum, elinizi vicdanınıza koyarak cevap verin.’
“Sonra Molla Resûl ve arkadaşları, köpekte kabahat yoktur diye kabul ettiler. Üstad:
“Madem öyledir. Bu hayvanın gıybetini yapmayın ve helâl edin!’
İşte, bir köpeğin ardından konuşmaya gıybet diyor Üstadımız ve biz onun talebeleri olma gayretindeysek neden bu alışmışlığımız? Bir iki dakika düşünelim ve soralım kendimize “Bir kardeşim benim omzumdaki akrebi almak isteyince ben ne tepki veriyorum?” diye. Soralım sormasına bu soruyu ama öyle kalabalık bir yerde sormayalım, şöyle vicdanlarımıza safiyane danışarak, onlara söz hakkı vererek soralım. Susturmayalım vicdan dediğimiz nimeti. “Yahu ben zaten olanı söylüyorum, olmayan bir şeyden bahsetmedim ki!” Ya da, “Eh canım, gelsin yüzüne de söylerim, gıybet sayılmaz ki bu!” mu diyoruz? Yoksa hakikatlerin kapılarına mı anahtar oluyor vicdanımız? Ben bu sorunun cevabını başta kendi vicdanıma olmak üzere vicdanlarımıza bırakıyor ve bir de şunu sormak istiyorum sizlere: “Kardeşim bende öyle bir hastalık var ki kimsenin arkasından konuşamıyorum” diyor muyuz hiç? Önemli olan bunu Ceylan Ağabeyin kelimeleri ile ifade etmek değil, yeter ki aynı hakikati anlatalım. Şayet Ceylan Ağabeyimizin hastalığına tutulmuşsak, diğer kardeşlerimize bulaştırmaya çalışıyor muyuz onun gibi. Yani demem o ki; kardeşlerimizin omzundaki akrebi mi almaya çalışıyoruz yoksa “Ben ne diyeyim ki şimdi?” deyip boş mu veriyoruz, şahs-ı maneviyi hiç aklımıza getirmeden? Unutuyor muyuz pek kıymetli hadisi şerifleri? Peygamberimiz demiyor mu “Gıybet eden de dinleyen de günahta ortaktır.” diye? Peki ya Risale-i Nur? Zemm ve gıybet aklen, kalben ve insaniyeten ve vicdanen ve fıtraten ve asabiyeten ve milliyeten mezmumdur demiyor mu? Diyor elbet ve uyarıyor:
“Gıybet, katl gibidir!”
Şimdi soruyorum sizlere; katlin bir parçası olmayı kabul edebilir misiniz? Ey vicdanım! Sen buna razı olabilir misin? Cevabımız her ne ise fiiliyatımız da o yönde olsun inşaallah. Âmin.