Röportaj

“Kadın ve erkek kendi fıtratlarına uygun yaşadığında huzurlu oluyor.”

banu yaşar resimBu ay ki sayımızda Psikolog ve Psikoterapist Banu Yaşar’la ‘Toplumda değişen kadın ve erkek rolleri’’ni konuştuk. Keyifli okumalar…

Banu Hanım, toplumda kaybolmaya başlayan erkek ve kız figürleri, erkekleşen kadınlar ve kadınlaşan erkekler var ne yazık ki bunu görüyoruz. Konuyla alakalı olarak “Kızları Kız gibi Erkekleri Erkek gibi Yetiştirmek” adlı bir kitabınız var. Bir uzman olarak tabloyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aslında bir ihtiyaca binaen hazırlanmış oldu bu kitap. Şu anda belki çok göze batan bir ihtiyaç gibi gözükmese de, bu problemin ileriki yıllarda ve ileriki nesillerde pek çok noktada, ciddi problemlere sebep olacağını düşünüyorum. Gelecek nesillerin, evlilikten tutun da, kişilik gelişimini, ilişkiler yani sosyal gelişimlerini de çok fazla etkileyeceği kanısındayım. Çünkü doğrudan fıtratı bozan, belki de birçok psikolojik rahatsızlığın da daha fazla artmasına kaynaklık edecek bir durum bu. Günümüzde hem kadına, hem erkeğe ayrı ayrı pompalanan bazı şeyler var. Görüntüde çok afili kelimelerle, cümlelerle, fayda, güç, statü gibi özellikle pompalanan şeylerin daha sonra bizden çok fazla şey çaldığını düşünüyorum.

Kadına pompalanan güç algısı, kariyer algısı dediniz burayı biraz açabilir miyiz?

Kariyer vs. bunlar yapılsın, yapılmasın anlamında demiyorum kesinlikle. Burada benim anlatmaya çalıştığım şey bir cinsiyetçilik değil. Bazen bu şekilde de suçlandığım olabiliyor çünkü. Kadın ya da erkek, fıtratına uygun yaşadığı zaman gerçekten huzurlu oluyor. Çünkü gereksiz yüklerden, gereksiz sorumluluk yığılmalarından kurtuluyor. Günümüzde ruhsal olarak yorgun kadınlar var. Ben meslek içerisinde bununla çok muhatap oluyorum. Çünkü kendisine afili olarak sunulan “Bunu da yapabilirsin, hem şu kiloda olman lazım, hem şu kariyerde olman lazım, şu kadar iyi çocuklar yetiştirip, o çocukların da şu kadar iyi puanlar tutturup iyi liselere, iyi okullara gitmesi gerekiyor, o arada evin de düzgün olacak, ilişkin de düzgün olacak, evliliğin de…” gibi pompalanan birçok şey, kadına altın tasta sunuluyor. Yani görünürde bir taht sunuluyor ama kadın o tahtında yalnızlaşıyor. Çünkü fıtratının gereği kendisine eşlik edecek olan erkek figürü, gitgide kaybolmaya başlıyor. Kadına bu güç algısı sunulurken erkek de tam tersine zayıflatılıyor. Bütün cephelerinden dışlanıyor.

Peki, aynı durum erkekler cephesinde nasıl gelişiyor?

Özellikle ailelerle çalışırken fark ettiğim bir şey var. Çocukları için danışmanlık hizmeti almaya gelen ailelerde, daha çok baba orada sadece eşlik eden biri figüründe kalıyor. Yani, babanın sağlıklı otorite olma, o otoriteyi sürdürme, çocuklar üzerinde sağlıklı sınırlar koyma, etkin ve yetkili rolü zayıflıyor diye düşünüyorum. Baba eskiye oranla, belki daha fazla çocuklarıyla oyun oynuyor; belki eski korkulan baba figürleri azaldı. Şimdilerde babalar sevgisini, duygularını daha iyi ifade ediyor. Fakat otorite noktasında babanın zayıfladığını görüyorum. Bakıyoruz ki bu rol de anneye kalıyor. Anne hem şefkat gösteren, hem de otorite sağlayıp, kurallar koyan ve onu devam ettiren rolünü bir arada yürütmek durumunda kalıyor. Bu da kadını ve anneyi çok hırçınlaştırıyor. Günümüzde kaygılı, daha çok söylenen, daha yorgun ve daha hırçın anne rollerinin artmasında da bu rol yüklenmesinin ve pompalanmasının çok etkin olduğunu düşünüyorum. Yani özetlersek; bu durumun kadının erkeksileşmesi, erkeğin de feminen bir kimlik kazanması ve git gide bunun daha çok dayatılmasıyla birlikte, hayatın birçok alanının, çocuk yetiştirmek, evlilik, ruhsal tatminimiz gibi kavramları doğrudan etkilediğini, deforme ettiğini düşünüyorum.

Bu durum evliliklere nasıl yansıyor?

Günümüzde evlilikler çok hızlı tükeniyor. Ben evlilik terapisi ve danışmanlığı da yapıyorum. Evlendikten bir, iki ay sonra boşanma noktasında terapi almaya gelen çiftler oluyor. Bir, iki ayda tüketilen bir ilişki, bir, iki ayda tüketilen bir evlilik… Bunların sayısı çok hızlı artmaya başladı çünkü dengeler değişti evde. Kadının kendini, artık ne kadar istese de kadın gibi hissedememesi, bazen erkeğin kendisini o yetkinlikte, o kararlılıkta görememesi, o güçte algılayamaması evlilik için bir problemdir. Çünkü Allah erkeğe o gücü verirken, şefkatli bir güç istiyor diye düşünüyorum. Şefkatin temelde olduğu bir güç algısı. Kadının da duygularıyla güçlü olduğu, ama erkeksi bir hükmetme sürecine girmeden hislerinin ve duygularının güçlü olduğu, şefkatinin güçlü olduğu bir hâl var, fıtri dengede. Bunlar birbirine karıştığı zaman ise sıkıntı doğuyor. Günümüzde insanlara pompalanan bir diğer şey ise güç savaşı. Kim daha üstün? Kimin daha çok sözü geçecek? Evde kim daha baskın?.. Aslında kadına bu yönde dayatılan şey, kadının gözünde, erkeğin saygınlığını düşürüyor. Ve kadın, o yetkide hissedemediği birine, o saygıyı hissetmiyor. Kendi donanımı yükselirken, karşısında o tahtta birlikte oturabileceği, saygı duyacağı birini göremiyor yalnızlaşıyor. Maalesef bu evliliklere kadar yansıdı. Yani çok pırıltılı laflarla, kelimelerle, sözcüklerle kadına altın tasta sunulan bu hikâyenin çok kimseye de fayda getirdiğini, mutlu ettiğini de düşünmüyorum.

Cinsel kimlik noktasını düşündüğümüzde, çocuklukta verilen mahremiyet eğitimi konusunda anne babalara ne tavsiye edersiniz?

Mahremiyet eğitimi aslında sadece çocuğun nerede giyinip, nerede soyunacağı, nasıl banyo yapacağı ya da dışarıda tacizlerden ve bu konudaki istenmeyecek şeylerden kendini koruması anlamında değildir. Aslında mahremiyet eğitimi o kadar geniş bir alan ki; sadece cinsel mahremiyet alanı dışında, kişinin kendi kişisel mahrem alanını korumasını da kapsıyor. Çünkü çocukluk yıllarında duyguları çok ihlal edilmiş, hiç o sınırlar konmamış, saygı duyulmamış çocuklar, yetişkin hayatlarında diğer insanlara sınır koymakta, hayatlarına dalıp girmelerine engel olmakta zorluk yaşıyorlar. Yani çocuklukta ihlal edilmiş bir duygusal alan bile, ileriki yıllarda hayatımızda diğer insanlara belli bir güvenlik alanı oluşturmakta zorluk çıkarabiliyor. İsteyen giriyor, fikrini söylüyor. Darma duman edip, işgal edilmişlik duygusunu verebiliyor. Yani mahremiyet eğitimi sadece cinsel mahremiyet alanı değil, kişisel anlamda sağlıklı sınırlar koymak da çok önemlidir. Bunun da küçük yaştan itibaren başladığını düşünüyorum ben. Bir insanın değerli olma, özdeğer dediğimiz; özgüven demiyorum, özdeğer benim için çok daha derin bir kavramdır. Özdeğer duygusunu hissedebilmesi için o mahremiyet kavramının oluşması lazım. “Allah beni yarattı, değerli buldu, yarattı ve ben o değerlilik içerisinde enaniyete varmayan bir ölçüde kendimi, mahremiyetimi, kendime ait o özel alanı korumam gerekiyor.” Bu da insana doğrudan özdeğer kazandıran bir şey zaten. Bunun pratik uygulamaları yapılabilir evde. Çocuk küçük yaştan itibaren, özellikle cinsel mahremiyet alanlarından gidersek, başkalarının önünde birdenbire soyunup giydirmemek, buna dikkat etmek, özel bir alanda giyinilmesi gerektiğini söylemek vs. Bunu da böyle yüksek bir kaygı, panikle değil de “Gel üstümüzü değiştirelim; ama bunun için kapıyı kapatmamız lazım.” gibi işin doğal, fıtri dengesi içerisinde sakin sakin yapmak çok önemli. Mesela küçük yaştan itibaren bile çamaşırıyla banyo yaptırmak, çocuğun resimlerini çekerken bu konudaki mahremiyet sınırlarına dikkat etmek, kız ve erkek çocuklarını özellikle yedi yaşından sonra odalarını ayırmak, özel alanlar oluşturmak, onlara özel dolaplar ve çekmecelerle kendi mahremiyet alanları oluşturmak gerekir. Çocuğun nasıl sevildiği de önemli diye düşünüyorum. Çünkü dışarıda kendini koruması açısından o sınırları bilmesi lazım. Dışarıda bazı tehlikeli unsurlara karşı kendisini nasıl koruması gerektiğine dair “Hoşuna gitmeyen bir şey olduğunda oradan uzaklaşmalısın ve hayır demelisin!” yönergesinin de dört-beş yaştan sonra, özellikle beş yaştan itibaren, bir çocuğa çok da kaygı uyandırmayacak şekilde anlatılması gerektiğini düşünüyorum. Toparlarsak, mahremiyet eğitiminin gerçekten insanın kendisine saygısını da temin edecek, verilmesi gereken bir eğitim olduğunu düşünüyorum.

Son olarak cinsel kimlik noktasında problemli olan kişilerde, ailenin etkisi nedir?

Maalesef psikoloji ve psikiyatri bilimi bu konuda çok ayrışmış durumdalar. Benim kitabımdaki fikrimi benimseyen meslektaşlarımın sayısı çok az. Günümüzde cinsel kimlik problemi yaşayanların sayısının git gide artış gösterdiği tespit ediliyor. Bu insanlar yaşadıkları durumla ilgili olarak, doğru düzgün yardım da alamıyorlar. Çünkü onlara bunun normal bir süreç olduğunu ve bunu kabullenip yaşaması gerektikleri söyleniyor. Yardım almak istemeyen insanlar zaten yaşamını kendi tercih ettiği şekilde sürdürüyor; ama yardım almak isteyen insanlar için bu kapı kapanmış oluyor. Bu insanların nasıl bir ailede büyüdüğüne dair eşcinsellik üzerine yapılan araştırmaları var. Ben bu kitabı hazırlarken de, aslında duasını yaptığımız şey şuydu, “Bu yola nasıl gidiliyor ve bu yola giderken neleri değiştirirsek bu yola gidilmez?” üzerinde durmaktı. Bu değiştirebileceğimiz şeyler de aile dinamikleriydi. Biz “ailede o kaybolan, değişen, yozlaşan dinamikler ne olabilir?” diye düşündük. Bunu araştırırken en çok gözümüze çarpan şey; cinsel kimlik problemi yaşayanların, ailelerinin yüzde doksanında baba figürünün çok etkisiz, çok silik, çok zayıf olması, anne figürünün de tam tersine çok dominant, çok baskın roller olmasıydı. Bu konuda diğer araştırma yapmış olan meslektaşlarımın da kitaplarında olan bir bilgi var. Deniyor ki; baba figürünün bazen çok silik ve yetersiz olması, bazen de reddedeceğin kadar kötü, kabullenemeyeceğin kadar şiddet içeren, negatif duygular içeren bir olumsuzlukta olması buna sebep olabiliyor. Yani aile dinamiklerinin sağlıklı olmaması cinsel kimlik gelişimini doğrudan etkiliyor. Bu noktada ailedeki baba figürü çok önemli, çünkü hayatımızdaki ilk otorite o.

Baba hayattaki ilk otorite

Bu noktada şöyle bir şeye değinmek istiyorum. Biz maalesef hem psikologlar/pedagoglar olarak ya da bu anlamda çalışan birçok insan olarak başka şeylerle oyalanıyoruz diye düşünüyorum. Daha ayrıntılarda boğulurken esas meseleleri kaçırıyoruz. İşte çocuk eğitiminin çok daha pratik uygulamaları arasında boğulup giderken böyle fıtri bir meseleyi kaybediyoruz. Çünkü günümüzde şehir hayatında çocuklar, gerçekten hep kadınlarla, yani, anneyle büyüyor. Baba ya da erkek modeller hayatında çok fazla yok. Akrabalık ilişkileri eskiye göre daha zayıf. Komşularla ne kadar güven içinde bir ilişki kurabiliyoruz? Okula gidiyor; anaokulunda bayan öğretmenler var. Sonrasında da yine öyle olduğunu düşünün. Şimdi, “Ne olacak? Bunda ne var?” denebilir. Ama şimdi bir erkek çocuk için 4 yaştan sonrası artık cinsel kimliğinin farkındalığının oluşmaya ve modellerin alınmaya başlanacağı bir yaş. Ben hep annelere şunu derim: 4 yaştan sonra mutlaka bir erkek çocuğunu babasının yanına verin. Erkek erkeğe birbirlerine muhattap kalsınlar. Çünkü bir çocuk babasından vazgeçtiği zaman kendi cinsel kimliğindeki, erkek olma rolü de zayıflıyor. Örnek alacağı bir model bulamıyor. O yüzden özellikle 4–5 yaş itibariyle bir erkek çocuğun babayla daha çok mesai harcaması lazım. Keşke mümkün olsa da işyerlerinde erkek çocukları babalarıyla daha çok takılsalar, daha çok zaman geçirseler… Ölümle ya da bir şekilde ayrılıklarla baba faktörünün olmadığı durumlarda, mutlaka hayatlarında başka, sağlıklı erkek rol modeller, olması gerektiğini düşünüyorum. Çünkü demin de bahsettiğim gibi baba hayatta ilk otorite ve Allah’la olan, gerçek otorite ile olan ilişkide çok temel bir dayanak noktası olduğunu düşünüyorum.

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*