İlham

Ahiret

Üniversiteye yeni geldiklerinde arkadaş olmuş­lardı. Öyle sıkı fıkı bir arkadaşlık değildi, ama her karşılaştıklarında ufak bir sohbetleri olurdu. Hayat tarzları birbirine zıttı. Sohbetleri de hep bu zıtlıklar üzerine olurdu.

Biri sorumsuzca yaşamak isteyen, gününü gün etmek üzere hayatını programlamış, “İnsan hareketlerinde hürdür, kimseye hesap vermek duru­munda değildir. Çevremdekilere zarar vermedikten sonra, kendime verdiğim zararlar kimi ilgilendirir ki? Ben davranışlarımda serbestim. Bana kimse he­sap soramaz.” diye hür takılan biriydi.

Diğeri, zamanın en büyük bir nimet olduğunun bilincinde, tek saniyesini dahi boş geçirmek isteme­yen, Rabbine de, diğer insanlara karşı da sorumlu­luklarını bilen, ailesi tarafından, Allah inancı, ahiret bilinci kalbine yerleştirilmiş, sakin, terbiyeli, ince yaratılışlı biriydi. Kimseyi kırıp incitmek istemez, sohbetlerinde kelimeleri dikkatli bir tarzda kullan­maya çalışır, fazla söz israfından bile kaçınırdı.

Sorumsuzca yaşamak isteyen arkadaşa giyim kuşam dâhil her şeyi zıttı ama nedense yine de onunla olan kısa kısa sohbetleri terk edemiyordu. Nerede rastlasalar mutlaka kalıcı ve ibretli birkaç kelime etmeye çalışıyordu. “Bu sözleri sarf edebil­mek için mi bana merhaba diyor ki?” düşüncesine kapılıyordu çoğu kez.

Yine rastlaşmışlardı işte. Bir kaç hatır sorma cümlesinden sonra söz üniversite imtihanlarına gelmişti. Çalışamadığını söyledi sorumsuz arkadaş. “Çalışmaya da niyetim yok. Bu son imtihan mühim ama iki günde ne çalışıp, neyi toparlayabilirim ki?” deyince, “İki gün hiç de az değil. Sıkı çalışılırsa yine de başarabilirsin.” dedi arkadaşı. “Yok, canım bun­ca zaman hiç ilgilenmediğim bir dersi iki gün içinde nasıl başarabilirim?” hayıflanmasına, “Ne zaman ayrılacağımızı bilmediğimiz bu dünya imtihanın­da, başarılı olabilmek için iki günümüz olabilecek mi ki? Ya bu gün herhangi bir vakitte ‘Süren doldu, her şeyi bırak, gidiyorsun.’derlerse ne yapacaksın?” diye bir soru ortaya atıverince, kafası attı arkada­şının, “Bana bak kardeşim seni seviyor, sayıyorum ama bir daha ‘Öbür dünya, ahiret mahiret’ dersen seninle arkadaşlığı terk edeceğim.” dedi kesin bir tarzda.

“Tamam, istemiyorsan bahsetmem. Sen sadece dünyevi imtihanlara programla kendini. Dünyadan bahset daimi. Belki sana bir ayrıcalık tanır, ebede dair imtihanından geçiriverirler. Belki sen ölüme bir çare bulur, o çok sevdiğin dünyadan hiç ayrılmaz­sın.”

“Orası beni ilgilendirir. Bugün kalbim çok dar. Seni çekebilecek durumda değilim. Sen konuştukça da iyice daralıyorum. Git başımdan Allah’ını sever­sen.” diye isyan ediverince, sessizce terk etti arka­daşı orayı.

İpler bu şekilde kopunca, ikisi de birbirlerini kırıp incittiklerine dair bir boşluk içine düştüler. Yine de her ikisi de geri dönmedi, biri o yana biri bu yana bir­birlerinden giderek uzaklaşıp ayrıldılar, içleri buruk olarak… “Keşke böyle olmasaydı.” diyerek… Hâlbuki her şeye rağmen iki yılı aşkın bir arkadaşlıkları ol­muştu.

Sorumsuz takılan arkadaş, her seferinde ona ta­hammülsüz davranıp başından atmaya çalışsa da, onda kendisindeki eksiklikleri tamamlayan bir ta­raf vardı. Her kısa sohbetten sonra onunla bir daha görüşmemeye karar verse de yine duramıyordu. Bu kez onun sözünü tutup, ucundan kıyısından dersini çalışmaya karar verdi. Aman, ne sıkıcı şeydi bu ders çalışmak! Arkadaşlarıyla gezip eğlenmek varken, bir odaya kapanıp çalışmak, ona göre değildi. Kalbini kırdığı arkadaşına karşı kendini borçlu hissediyordu. Sanki bu dersi geçerse, onunla arası düzelecekti.

Nihayet imtihan saati geldi. Arkadaşı onun ya­nından sessizce geçip, arka sıralarda bir yere otur­muştu. İmtihan kâğıtları önlerine kondu. Düşüne taşına soruları cevaplamaya çalışıyordu, bütün gay­retiyle. Sanki bir şeyler başarabildiğini hissediyordu ama yine de emin değildi. Bu arada baktı ki, salon­da bir tek kendi kalmış. İmtihan sorumlusu, vaktin bittiğini, salondan çıkması gerektiğini söylüyordu. Soru kâğıdını bir daha kontrol etmek istiyordu, ama müsaade edilmedi. Görevli kâğıdı aldı elinden, sa­londan çıkmak zorunda kaldı.

Bahçeye çıktı, bir banka oturdu. Ne zor şeydi bu imtihan. Sorumluluğunu hissedince daha da bir zor­laşıyordu. Bu kez iyi bir not alabileceğini hissettiği için, içinde bir umut vardı. Demek sorumluluklarını bilmek, görevini lâyıkıyla yerine getirmek, istikba­le dair beklentilerinde, insanı rahatlatıyordu. Peki, arkadaşının sürekli ortaya attığı, ebed ve ahiret bi­linci, dünyevî imtihanlardan daha mı az mühimdi. Birden onu özlediğini hissetti. O, hayırsız arkadaş­larından daha sevimli geldi bir anda gözüne. Şimdi yanımda olsaydı, der demez baktı ki arkadaşı anın­da yanında belirdi.

“Özür dilerim. İki gün önce seni incittim. Beni affedebilecek misin? Emin ol, bir daha senin iste­mediğin konulara girmeyeceğim.” diyordu. “Ben de özür dilerim. Seni kırdım. Ama şu andan itibaren, ahiret dâhil, bana korkusuzca istediğin her konu­dan bahsedebilirsin.” diye bir yaklaşım gösteren arkadaşına irilmiş gözlerle baktı bir süre. Araların­daki buzlar çözülmüştü, nasıl olduysa. Ve sonra bir müddet sessizliğin ardından, yıllarca hasret kalmış iki eski arkadaş gibi sarıldılar…

 

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*