Sabahın alacası… Güneş yeni doğmuş. Gözleri ve gönülleri aydınlık hâle getirecek bir ziya var semâda. Koyun sürüsü çoktan yamacı aşmış. Sürüden kaçan kuzular kâh orada kâh burada. Çoban, mütevekkil bir şekilde bir kayaya yaslanmış uzaklara bakmakta. Hâyali yıllar öncesine gitmiş olmalı ki uzakta beliren komşu köyün sürüsünü de, hemen yanında sadık arkadaşı çoban köpeğini de fark etmemekte.
Yıllar önce, küçük bir çobanken yaşanılan ahvâller gelir gözü önüne. Buhranlı yıllar… Kasvetli kalpler… Ye’se dûçar olmuş ruhlar… Memleketin başından sonuna herkes aynı durumda. Evde, sokakta, kahvehanede, sohbet meclislerinde konuşulanlar hep aynıdır. “Memleketin ve İslâm’ın durumu…”
Ne zaman sonra bir genç gelir memleketin baş beldesi olan İslâmbol’dan… Memleketin ve İslâm’ın tüm ahvâli orada şekil aldığına göre, hemen sararlar o gencin etrafını ve sorarlar:
“Ey Seydâ! İstanbul’a gittin. Bu inkılâb-ı azîmi gördün. Mühim işler içine girdin. Bize ne getirdin?” 1
Cevap verir genç Seyda:
“Müjde getirdim!”
Bu cevap üzerine herkes şaşkındır. Ruhları ve kalpleri rahatlamış ve sevinmiş olsa da zahirî durumdaki ahvâlle müjdeyi bağdaştıramazlar. Akıllarını tatmin etmek için soru sormaya başlarlar. Seyda cevap verir, onlar sorarlar. En sonunda içlerinden biri şöyle der:
“İfrat ediyorsun, hâyali hakîkat gösteriyorsun. Bizi de techil ile tahkir ediyorsun. Zaman âhirzamandır, gittikçe daha fenalaşacak…” 2
Bunun üzerine Seyda kalabalığa şöyle der:
“Neden dünya herkese terakki dünyası olsun da, yalnız bizim için tedennî dünyası olsun? Öyle mi? İşte, ben de sizinle konuşmayacağım. Şu tarafa dönüyorum; müstakbeldeki insanlarla konuşacağım.
Ey üç yüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş ve sâkitâne Nurun sözünü dinleyen ve bir nazar-ı hafî-i gaybî ile bizi temâşâ eden Said’ler, Hamza’lar, Ömer’ler, Osman’lar, Tâhir’ler, Yûsuf’lar, Ahmed’ler ve saireler! Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun. Şu muâsırlarım, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizinle konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” 3
Çoban yavaş yavaş gözlerini çeker uzaklardan. Gözleriyle birlikte zihni de gelir yakınlara. Dayandığı kayanın yanındaki halı misal yeşil çimenlerin üzerine oturur. Yeşillerin arasından rengârek çiçekler başlarını uzatmış ona bakarlar. Çoban da tebessüm eder çiçeklere. Ve seslice konuşmaya başlar çiçeklerle:
“Demek kış bitti. Siz geldiğinize göre bahar da geldi demektir. Nur tohumları ekildi. İşte zemin, işte çiçekler… Siz sadece burada değilsiniz. Yalnız hiç değilsiniz. Zemin çiçek açtı, açıyor. Bundan sonra hep açacak inşallah. Nereden biliyorum? Bakın elimdeki mektup bunun delili. Merak ettiniz değil mi? Okuyayım o halde…
“Aziz, sıddık, mübarek kardeşlerim ve hizmet-i Kur’âniyede kuvvetli, faal, sebatkâr kardeşlerim,
Bugünlerde benimle altı adam, başta Marangoz Ahmed, ahirinde ben, manevî ihtara binaen birer meseleye medar olmuşuz.
Birincisi: Faal, cidden çalışkan, Risale-i Nur ve medrese-i Nuriye talebelerinden Marangoz Ahmed’in mektubunda, Eşref namında on yaşında bir masum çocuğun köyünü, malını terk edip, iki gün mesafeden gelip, hiç yazı yazmadığı halde, on gün zarfında Risale-i Nur’u yazmaya muvaffak olması, Risale-i Nur’un bir kerameti olduğu gibi, medrese-i Nuriyenin de harika bir çiçeğidir deniliyor.
Evet, biz de deriz ki: Maddi bir kışta, güzel çiçeklerin açılmasıyla bir harika kudret olduğu gibi, bu asrın manevi ve dehşetli kışında, Sava karyesinin, yani Sava şeceresi bin güzel çiçekler ve cennet meyveleri açması ve Isparta memleket bahçesi, binler gül-ü Muhammedî (asm) çiçekleri açması, HAŞİYE (Ve her biri “sadberk”, olarak, yani herbir çiçekte yüz parça yaprak.) elbette harika bir mucize-i rahmet ve bu memlekete harika bir keramet-i inayet-i Rabbaniye ve Risale-i Nur talebelerine hârikulâde bir ikram-ı İlahidir diye itikad edip, Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür ederiz.” 4
Çoban elindeki mektuptan kaldırır başını. Mektubu itinayla katlayıp iç cebine koyarken;
“İşte” der, “İşte! Çiçekler açmaya başladı. Ben küçükken Seyda’nın dedikleri çıktı. Müjden geldi Seyda!”
Ve ardından Seyda’nın sözlerini tekrar hatırlar.
“Sizlere hitap ediyorum. Başlarınızı kaldırınız, “Sadakte” deyiniz. Ve böyle demek sizlere borç olsun.”
Başını kaldırır ve ufka bakar çoban. Gelecekteki tüm nur tohumlarının çiçek olmuş halini görürcesine ufka dalar gider. Ardından tüm cennet-âsâ bahar çiçeklerinin diyecekleri söz dökülür dilinden:
“Sadakte Üstadım!”
Kaynakça:
1. Münazarat.
2. Age.
3. Age.
4. Kastamonu Lahikası.