Daha dündü çocukluğum; şeker topladığım günler, sorumluluklarımın olmadığı masum ve bir o kadar temiz olan o yıllar, o günler… Daha dündü, ne kadar da çabuk geçti zaman? Deriz ya hani, dilimizden düşmeyen cümle: “Daha dündü yâ! Nasıl geçti on beş-yirmi yıl…”
Daha dündü; ip atladığım, tozun toprağın içinde top oynadığım günler…
Zamanın acımadan bizden aldığı yıllar, geçen geçti, bir daha elimde olmayacak o yıllar, aylar, günler…
Âdeta zaman şimşekten daha hızlı geçiyor. Hayat çaydan daha süratli akıyor.
Bazen yıllar o kadar çabuk geçer ki korkarsın. Zamanın hızından ürkersin. Zamanla beraber her şey de ellerinden kayıp gitmiyor muydu? Gidiyordu. Zaman dur durak bilmeden ışık hızıyla geçiyordu; çocukluğumuzu, gençliğimizi, sevdiklerimizi elimizden alarak…
Yâ daha dündü; şu an yüzünü bile hatırlayamadığım Ayşe, Ali ile beraberdik. Şurada oturmuştuk, o zamanlar çocuktuk, gençtik. O zamanlar ne kadar da uzak geliyor şimdi. Dün gibi; ama çok uzak…
Nasıl geçti bunca yıl; hatırladıklarımız, hatırımızdan bile geçmeyen hayal meyal dediğimiz o zamanlar? Nasıl bu kadar uzak olur bize?
Seksenlik neneye soruyorlar “Seksen yıl nasıl geçti?” diye. Cevabı hızla geçen zamanı tüm çıplaklığıyla bir cümleyle gözler önüne seriyor: “Bir rüya gibi”
Keşkelerimizle, hatalarımızla, pişmanlıklarımızla geçer zaman. Geçirdiğimiz boş vakitlere rağmen geçer; dur durak bilmeden, soluk almadan, dinlenmeden…
Hani diyordu ya Üstad Bediüzzaman; Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik. Evet, şu güzeran-ı hayat bir uykudur, bir rü’ya gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider.”
Olur ya bazen, “ne çabuk akşam oldu?” deriz ya hani. Gün cuma iken, “Daha dündü pazartesi” demelerimiz gibi…“Daha yirmi yaşındayım, önümde yıllar var.” dediğimiz günler oluyor, ama hiç soruyor muyuz ki kendimize; geçen yirmi yıl nasıl geçti ise gelen yirmi yıl da aynı olmayacak mı? Kırk yaşında olduğumuzda yine aynı şeyleri söylemeyecek miyiz; “Yirmi yıl nasıl geçti?”