Yollar yürümüş, şehirler dolaşmış, ülkeler gezmiş. Her gittiği yerde durmuş, oturmuş, selam vermiş, konuşmuş. Sonra yoluna devam etmiş. “Yolun nereye?” diye soranlara hep aynı cevabı vermiş. “Bulmak için aramaya.” “Neyi?” demişler. “Tebessümü demiş” yolcu. “Ama öyle geçici olanı değil; şöyle içten gelen bir tebessümü. Hatta ağlarken bile devam edebilen tebessümü arıyorum.” Bu cevabı duyanlar hep şaşırmışlar. Ve sessizce ellerini yana açıp kendilerinde bulunmadığını ihsas edercesine boyunlarını bükmüşler. Ama yolcu hep devam etmiş aramaya…
Kimi zaman bulduğunu sanmış ve sevinmiş. Ama bulduğunun, bir hâl olup da buharlaştığını görünce; hayal kırıklığına uğramış. Ve bir gece karanlıkta yine yürüyormuş. Şehirden el ayak çekilmiş. Yorgunluğu artık fazlaymış. Bulamamanın verdiği hüznü de cabası. Rastgele attığı adımları onu bir evin önüne getirmiş. Işıkları yanan penceresine bakmış, sonra da kapısına. O sırada içeriden birisi çıkmış ve buyur etmiş kendisini. Usulca girmiş o da. Yorgunca oturmuş ilk gördüğü koltuğa. Başını ellerinin arasına alıp bulmaya çalıştığını düşünmüş sonra. Tam o anda bir tepsi gelmiş önüne, ince belli cam bardaklarda kırmızı çaylar varmış içinde. Başını kaldırmış yolcu, bakmış tepsi tutana. Tebessümkâr bir yüzle karşılaşmış, o da tebessüm etmiş. “Acaba buldum mu?” diye düşünürken, odanın içindeki diğer kişilere bakmış. Hepsi tebessümkârmış. “Galiba buldum” demiş. Sonra herkes çayları içmiş ve kitap okunmaya başlamış. Kitaplar tıpkı çaylar gibi kırmızıymış. Okuyanlar da dinleyenler de hâlâ tebessümkârmış.
Kitap okunmuş, çay içilmiş.
Çay içilmiş, kitap okunmuş.
Tebessüm hâli kaybolmadığı gibi daha da artmış. Yolcu demiş “Ve yolun sonu. Aradığımı buldum.”
O da tebessüm etmiş daha içten ve kitabın kapağındaki yazıyı okumuş ciddiyetle “Risale-i Nur…”
Ve çaylar gelmeye hep devam etmiş…