O küçük bir sarı çiçekti. Küçücük sarı sarı yaprakları olan birkaç çiçeğin bir araya gelmesi ile teşekkül etmiş top top çiçekleri vardı. Buraya tohumlarının nasıl uçtuğunu, bu dağın eteğinde ne kadar tohum olup da açıldığını bilmiyordu. Tek bildiği kalbinde bütün kış boyunca ettiği duasının kabul olduğuydu. O içindeki gizliliklerin neşrolmasını istiyordu. Onun küçücük sandukçasının içinde çok ehemmiyetli hakikatler gizliydi ve o Rabbinin san’atlarını, mucizevi eserlerini gören gözlere, hisseden kalplere gösterebilmek için açılmayı istiyordu.
Onun için azlık, çokluk mühim değildi. İstediği, görevini tam olarak yapabilmek ve bahar resm-i geçidinde Rabbini layıkıyla övebilmekti. Bu yüzden çevresindeki belki milyonlarca aynı cins çiçekten ve dağlara yayılmış diğer başka cins çiçeklerden haberi yoktu. Rabbinin nazarında açılmak, dua etmek, O’nu övmek, O’nun tek övgüye layık olduğunu gösterebilmek istiyordu. Kendinde yazılmış olan satırları, san’at ve marifetleri okuyacak ilmi elbette ki yoktu ama, Rabbi lütfetmiş, onu böylesine değerli kılmış ve vazifelendirmişti. Ona düşen görevini layıkıyla yerine getirmekti. Duaları bu yüzdendi. Rabbinin güzel isimlerini hissediyordu kalbinde. Coşuyordu, minicik varlığı. Ne şerefti, o güzel isimlerle bezenmek ve onları haykırmak. Kimseler duymasa da Rabbi duyuyordu. Kimseler görmese de Rabbi görüyordu. Kimse takdir etmese de takdir ediliyordu.O Rabbine kalbini öylesine bağlamıştı ki, tohumlarını eline alıp, daha da çok etrafa yayılacağı güne kadar, solana kadar, kendi küçük kitabının, küçücük nüshaları olan tohumlarıyla toprağa gömülene kadar, Rabbinin güzel isimlerini haykırmaya devam edecekti.
Vazifeli olan, hele de Rabbi tarafından vazifelendirilmiş olan, bu vazifeyi hakkıyla yerine getirebilmekten başka bir şey düşünebilir miydi? Gökyüzü genişmiş, gece yıldızlar varmış, alemde ne kadar çok çiçek varmış, o hiçbir şey bilmiyordu. Tek bildiği bir vazifesi vardı ve bu vazifeyi ona Rabbi yüklemişti. Bu ne kadar iftihar edilecek bir keyfiyetti. Bu iftihar ona yeterdi. Geçen sene çok büyük bir çayırlıkta sayısız çiçeklerle aynı görevi yüklenmiş, bu sene ise bir tohumcuğu yüksek bir dağın başına uçtuğu için, görev yerinde tek başınaydı.Yalnız olduğunu bilmiyordu. Yalnız olmaktan elem duymuyordu. Madem ki Rabbi müsaade etmiş, bütün teşkilatı ile tezgahını açabilmişti ya, görevini en güzel şekilde yerine getirebilmek için şevk ve heyecanla dualarına başlamıştı hemen. O Rabbini bir an bile bırakmamalıydı. O’nu anmaktan bir an bile gaflet etmemeliydi. Nasıl olurdu, kalbi bu kadar çok hakikatlerle dolu iken ve Rabbi bunları neşretmesini isterken, tek bir anından bile feragat edemezdi. Hiç bir anını başka bir şey için harcayamazdı. O vazifesini asla unutamazdı. Hem her an Rabbi ile beraber olmak öyle biz lezzet içeriyordu ki, bu lezzet cennet ötesi bir lezzetti. Bir ayrıcalık ve bir şerefti. Rabbinden başkasının ihsan edemeyeceği bir ihsandı. İşte onun küçücük kalbinde de böylesi yüksek bir muhabbet vardı. Rabbiyle birlikte olmaktan doğan o lezzet, safi muhabbete dönüşmüştü. Hiç durmamalıydı, vakit kaybetmemeliydi. Bu muhabbet madem ki o görevin içinde idi, öyleyse görevine bütün gücüyle sarılmalıydı. O hep diyordu ki, ‘’Sen bana yetersin Rabbim. Sen varsan her şey var. Bütün gücümü, kuvvetimi Senden alıyorum. Sana muhabbetim o kadar sonsuz ki, Seni daimi anabilmek öyle bir lütuf ki, bunu anlatabilmem mümkün değil. Sen elbette ki her şeyi bildiğin gibi bunu da biliyorsun. Ve, senin bilmen yeter.” Bir minik sarı çiçek, kendisine verilen vazifenin şuuruyla, titriyor ve böylesi feryat ediyorken, insan ne alemde acaba? O’nun hiç mi görevi yok? Böylesi mükemmel yaratılmışken, kendini başıboş mu sanıyor? Rabbi vazifelerini unutup, şuursuz meşguliyetlerle ömrünü tüketen bu insana tek bir soru bile mi sormayacak? Ya da sorgu ve sual tarifsiz boyutlarda mı olacak? İnsan, düşünebildiği kadar düşünsün artık…