Pedagog Ayşe Öztürk ile doğal, sade ve fıtrî hayatın ehemmiyetine dair hoş bir sohbet gerçekleştirdik. Keyifli okumalar…
Ne zamandan beri doğal yaşama konusunda çaba sarf ediyorsunuz?
Önce alternatif tıp ile tanıştım. Eskiden sporcuydum, bu yüzden zaten doğal besleniyordum. Sonra bir hastalık dönemi geçirdim ve o hastalık vesilesiyle tıbb-ı Nebevî ile tanıştım. Alternatif tıp değil de, Cenab-ı Hakkın Peygamberimiz’e (asm) verdiği ve bizim fıtratımıza en uygun olan tıpla tanıştım. O zamana kadar çok fazla dindar da değildim. İslâmiyet’i fiilen değil, daha çok kalbimle yaşıyordum. O yüzden bu yolculuk hem benim manevîyatıma, hem sağlığıma çok faydalı oldu. Daha bütünsel, insan mizacına uygun, Nebevî bir hayat yaşama boyutuna girdim. Sade yaşamaya bu şekilde başladık. Önce kendime, çocuklarıma uyguladım. Sonra etrafıma, arkadaşlarıma anlatmaya başladım. Zaten kitaplarla devamlı kendimi geliştiriyordum. İnsan hiçbir zaman ilmi bitiremez. Ve hâlâ da öğreniyorum, elhamdülillah. Gittiğimiz yerlerde de anlattık ve kendimizde, çocuklarımızda, hastalarımızda çok güzel sonuçlarını gördük. En başta; hani denir ya “Nefsini tanıyan Rabbini tanır” diye, nefsimi daha iyi tanıdım. Hem manevî, hem fizikî bir temizlenme yaşadım. Bütünsel bir bakış açısı kazandım. Elbiselerden tut oyuncaklara, yeme-içmeden tut hastalıklara kadar düşünebileceğiniz her şeyi kapsayan bir yaşam biçimidir bu. Birini uygulayarak bir yere varamazsınız. Diyelim ki her şeyi uyguluyorsun; ama doğal temizlik maddeleri kullanmıyorsun. Şimdi bir de nano teknoloji çıktı ki en tehlikelisi. Temizliği kolay olduğu için tercih ediliyor. Bu öyle bir teknoloji ki, o parçacıklar insanın DNA’sına kadar etki yapabiliyor. Bunları biraz araştıralım, her şeyi hap gibi yutmayalım. Bunun kaygısında olan insan çok az.
Hayatınızı değiştirecek ne gibi adımlar attınız?
Tıbb-ı Nebevîyle aşağı yukarı yirmi sene önce tanıştım ve uygulamaya başladım. Birçok şeye değinmek gerekiyor; çünkü bu zamanda, şehirde modern yaşamda kapitalist bir düşünce sistemi hâkim. İnsanlar hep tüketime yönlendiriliyor. “Daha fazla kullan, daha fazla tüket, daha fazla eğlen…” Ama bu koşuşturma insanı adım adım Rabbinden, sünnetten uzaklaştırıyor. İnsanın bir yerde “Dur!” demesi gerekiyor. Çünkü farkına varmadan özümüzden uzaklaşıyoruz. Mesela eskiden insanlar demirden tencere kullanırdı, demir eksikliği yoktu. Şimdi demir eksikliği revaçta. Çünkü insanlar artık demir tencere kullanmıyor. Çünkü ağır olduğu için kullanması zor geliyor. Artık her şeyin kolayına kaçılıyor. Halbuki dünya mü’min için rahat etme yeri değildir. Zahmet çekme yeridir. Peygamberimiz’in (asm) nasıl yaşadığına bakmalıyız. O (asm) yaşarken en iyisi insanlığa zaten verilmişti. En güzeli O’nun (asm) kullandığı şeylerdi. O tahta kaşık kullanıyor muydu? Demir tencere kullanıyor muydu? Demek ki bunda bir hikmet var. Öyle düşünmemiz gerekiyor. Bu zamandaki icatlar O’nun (asm) zamanındaki kadar iyi değil. Mesela araba kullanıyoruz; ama zarurî miktara indirmemiz lazım. Herkes araba kullanıyor, kimse hareket etmiyor. Hem çevreye zararlı, hem insanların fıtratına zararlı. Eskiler giysilerde pamuk, keten gibi doğal malzemeler kullanmışlar da biz neden naylon malzemeler kullanıyoruz? Her şeyin kolayına kaçıyoruz. Hazır çorbalar, hazır tatlılar… Ama bunlar bizim sağlığımızı bozuyor, bunların içinde katkı malzemeleri var. Hangi mahlukları bize topluyor? Hadis-i şerifte diyor ki, bazı kokular melekleri toplar, bazı kokular şeytanları toplar. Türkiye’de ekonomi sınırlı olduğundan her şeyin ucuzuna kaçılıyor. Sağlık tarafına hiç bakılmıyor. Ama uzun vadeli olarak bu senden zaten çıkıyor; çünkü sağlığına zarar veriyor. Türkiye’de konforlu bir hayat hedef olmuş. Biz bunu Batı’dan öğrendik; ama İskandinav ülkelerine baktık mı? Onlar konforlu bir hayattan ziyade her şekilde sağlığa uygun bir hayat tercih ediyorlar. Evlerinde basit birkaç mobilya var ve koltuk yüksekliğine kadar her şey insan sağlığına uygun. Türkiye’deki koltuklar çok yüksek. Avrupa’da Feng Shui denilen yöntemle insanlar, doğayla, insan vücuduyla uyumlu, huzur içinde bir hayat yaşıyorlar. Konforlu bir hayat bize ancak zarar getirir.
Şehir evleri hiç fıtrata uygun değil!
Şehir evleri hiç fıtrata uygun değil. Çocuklar sanki hapishane hayatı yaşıyor. Mesela bulunduğumuz bölge en azından biraz yeşillikli; ama böyle bölgeler de çok pahalı oluyor. Çocuklar evden çıkamıyor, güven yok, yeşil alan yok. Bu çocuklara karşı bir haksızlıktır, bir zulümdür aslında. Küçüklükten bunun sıkıntısını, ruhî bunalımını yaşıyorlar. Allah bize bunun hesabını soracaktır. Binalar çok yüksek. İnsan Rabbini nasıl hatırlayacak? Devamlı insanın yaptığı şeyleri görüyoruz. Keşke şehir dışında yaşasaydık, biraz daha ağaç ve gökyüzü görebilseydik. Aslında bu da bir kul hakkıdır. Binaların yüksek ve sık yapılması, güneş ve rüzgar girmemesi, çocukların oyun alanlarının olmaması hep kul hakkıdır ve fıtrata terstir. Şehir plânlamaları buna göre yapılmalı. Aslında bütün bu saydıklarımıza uygun şekilde oluşturulan örnek köyler var. Bunları araştırıp bulmamız lazım. İnsanlarımız bunlardan haberdar olsunlar.
Aile hayatının içine çok fazla teknoloji girmiş olması da doğru değil. Telefonlar, televizyonlar, tabletler, bilgisayarlar, bütün mutfak makineleri her şey elektronik. Çocuklarımızı teknoloji büyütüyor ve terbiye ediyor aslında. Yetişen çocuk da ona göre oluyor. Aileden kopmuş, başka yerlere bağlanmış oluyor çocuklar. Boşanmaların artmasının da önemli bir sebebi bu, değil mi? Herkesin ayrı bir hayatı oluştu; ama eskiden böyle değildi. Bir sofra kurulurdu, bütün aile o sofranın etrafına otururdu. Gün içerisinde ne yaptıklarını birbirlerine anlatırlardı. Hikâyeler anlatılırdı. İstişareler edilirdi. Artık böyle bir şey yok. Herkes bu teknolojiyle çok mutlu; ama sonucu felaket. İnsanları yalnızlığa sürüklüyor. Eşleri kendi başına bırakıyor. Sonra kızgınlıklar, dargınlıklar, soğukluklar oluşuyor.
Siz ne yapıyorsunuz, peki? Evde çocuklarınızla nasıl vakit geçiriyorsunuz?
Bizim evimizde hiçbir teknolojik araç yok. Şu telefonu da belli bir saatten sonra kapatıyoruz. Ama zor oluyor tabiî ki, etrafta herkesin var. Soruyorlar; “Anne, biz neden almıyoruz?” diye. Ben de bu boşluğu onları doğal ortamlara götürmeye çalışarak dolduruyorum.
Bu tabletlerin, bilgisayarların vs bahsettiğiniz zararlarını biliyoruz; ama mutfak araçları gibi insan hayatını kolaylaştıran teknolojik ürünlere doğal yaşamda ne kadar yer var?
Şimdi şunu düşünelim. Resulullah (asm) yemek yaparken abdestli olunmasını ve Besmeleyle başlanmasını tavsiye ediyor. Şimdi de bir robotu düşünelim. Teknolojik, dijital bir ses. Senin yaptığın yemeği hangi zikre bağlıyor? Mesela bir meyve tabağını alın. Bir kısmını namaz kıldığınız odaya koyun, diğer kısmını dolaba koyun. Aynı anda çıkarıp tadına bakın. Göreceksiniz ki namaz kıldığınız odadaki meyve nasıl tatlı olacak. Japon araştırmacı Dr. Masaru Emoto’nun su ve meyvelerle yaptığı meşhur deneyi bilirsiniz. Ben bunu kızıma anlatmıştım. Hemen kabul etmek istemedi. Aynı deneyi karpuzla yaptık. Karpuzun bir tarafına güzel şeyler yazdı. Besmele, şükür ifadeleri, güzel sözcükler, resimler bile çizdi. Diğer yarısına çirkin ifadeler, şeytan, kötülük gibi olumsuz duygular uyandıran kelimeler yazdı, bazı simgeler bile çizdi. Karpuzu dolaba koyduk, çıkardık, Besmeleyle kestik. Güzel yazdığımız yerler tatlı ve kırmızıydı, diğer tarafı delik delik, içi geçmişti. Kızım hayretler içinde kaldı. Ama bu gerçek. Eskiden çocuklar parklarda el ele tutuşurdu, birbirlerini severdi. Şimdi neden bu yok? Çocuklar kavga ediyorlar, birbirlerini itiyorlar. Çünkü çocuklara üzerlerindeki kıyafetler tesir ediyor. Çocukların kıyafetlerine bakıyoruz, Spiderman’ler var, her türlü çirkinlik var. Eskiden çocukların elbiselerinde çiçek kıyafetleri olurdu. Şimdi resimsiz bir kıyafet dahi bulamıyoruz. Şehir hayatı elimizi kolumuzu bağlıyor, adeta modern hapishane…
Son zamanlarda doğal ve sade yaşama ilgi çok fazla. Ama bunu kullanan da var, yani insanlara doğal hayat biraz daha pahalı sunuluyor. Herkesin ekonomik durumu aynı değil, ama sağlığını da korumak istiyor. Bununla ilgili ne düşünüyorsunuz?
Aslında insanın kendisi çok şeyleri yapabilir. Allah insanoğluna o hakkı vermiştir. Hepimizin hakkı helal ve temiz yemektir. Ve o elimizin altında. Sadece biz ulaşmasını bilmiyoruz; çünkü rahata alışmışız. Hiçbirimiz bir şeye elimizi atmak istemiyoruz. Mesela senin köyünde mutlaka çok uygun fiyata üretilen bir şey vardır. Benimkinde başka, ötekinde başka bir şey. İnsanlar eskiden takas usulü yaşıyorlardı, parayla alışveriş yoktu. Bu insanların kendi kendilerine yapabilecekleri bir şey. Bu büyük bir sektör haline geldi mi işin içine yine para giriyor. Kendi aramızda böyle gruplar oluşturabiliriz. Her şeyi kendimiz üretme çabasına girersek daha da uyguna mal oluyor aslında. Bir yerden temin edelim dediğinizde, revaçta da olduğu için yüksek fiyatta oluyor maalesef.
Konforlu hayat tercih edilmekte…
Ama şu anda bizim insanımız bunları yapmaya da üşeniyor. Zaten çoğunlukla unutulmuş, bilmiyor. Öğrenmek de istemiyor. Çünkü konforlu hayatını bozmak istemiyor. Bilse, bilinçlense rahatı bozuluyor. Konferanslara gidiyoruz, anlatıyoruz. Görüyoruz ki insanlar bilmek istemiyor. On kişiden dokuzu konforlu hayatı tercih ediyor.
Son olarak söylemek istedikleriniz var mı?
Tüketici olmayı bir an evvel bırakmalıyız. Ümmet olarak el ele verip birbirimize hizmet etmeliyiz. İlla maddî bir karşılık beklememeliyiz. Bir de bizim görevimiz bıkmadan usanmadan bunları anlatmaktır. Çünkü insan ancak fıtratına uygun yaşadığında insan oluyor. Biz bu şekilde sadece Müslüman değil, insan kalabilmenin çabasını vermiş oluyoruz.