Bazen çok yıllar öncesindeki hatıralar birden önümüze çıkıveriyor. Şimdi yerinde apartman olan, tek katlı evimizin bodrumunun benim hatıralarım içinde çok özel bir yeri vardır. Burada ben ilk yazılarımı yazmaya başlamıştım. Sessiz, sakin, kafam karışmasın, güzelce, kesintisiz düşünebileyim diye burayı tercih etmiştim. Zemin toprak, biraz da karanlık olduğu için, kırkayaklar, bazen kuytulara gizlenmiş akrepler bile vardı. Bir de ayağımın ucuna kadar gelen farecikler de cabası.
Babam önce korniş çekerek perde taktığı küçük odamı, duvarla çevirdi daha sonradan. Kendi elleriyle duvar boyu kütüphane yaptı. Masa, divan koyduk. Yoldan geçen insanların sadece dizden aşağılarının göründüğü dar ,uzun pencerenin önüne de çiçeklerimi dizdim. Eh daktilom da var, daha ne isteyeyim? Şimdi iş kalıyordu, bol bol düşünmeye, tefekkür etmeye. Elbette çok kıymetli Risale-i Nurlarımı da kesintisiz okuyabileceğim için de çok memnundum.
Annem uzun süre sesim çıkmayınca bir tepsi bir şey hazırlar, “Nasılsın kızım?” diye sormaya gelirdi. Biraz otururdu sonra “Hadi ben seni rahatsız etmeyeyim.” diyerek çekilirdi. Zira benim gibi kabiliyeti olup da, yazı tecrübesi olmayan biri için her gün yazı yazmak kolay bir iş değildi elbette.
Şimdi ne annem, ne babam, ne de bodrum var ama hatıraları capcanlı.Şu anda bu anıları aynı tazelikte, tam hissederek tekrar yaşayabiliyorum. Kimse bilemez benim bodrumumu anlatmasam. Kimse bilemez orada yaşadıklarımı yazmasam.
Burada en çok sevdiğim, ışığımı söndürüp, sokak lambasından gelen az bir ışığın loşluğunda, kendi hayal alemime ve düşüncelerime dalmaktı. Düşünmek! O ana kadar belki de üzerinde pek fazla durmadığım bir husustu. Nasıl yaşamışız öylesine. Hiç düşünmeden. Nereye gittiğini, kim olduğunu bilemeden.
Şu ellerimin arasında tuttuğum varlık, bugün kim olduğunu, kime muhatap yaratıldığını düşünebiliyor, şuursuz gidişi, gerçek mecrasına dönmüşse ki, Rabbimin bu eşsiz nimetine sayısız adetlerde şükrediyorum. Nereye gidiyorduk biz, o liseyi bitirdiğim yıllarda? Ne kadar şuursuz ve bomboş yetişmiştik. Acaba hidayet erişmeseydi, şimdi hangi bahtsızlıkları yaşıyor olacaktık?
Bu yüzden benim bodrumum, benimle birlikte en mutlu günlerimi yaşadığım bir yerdir. Asla unutulmamayı elbette ki hak ediyor. Sanki oraya girince bir ağaca uzanıyor, kaç yıldır dalında olgunlaşan ve her hatırlandığında ayrı bir lezzet içeren bir meyve koparıyorum.
İnsanlar o kadar az düşünüyorlar ki, belki de hiç düşünmüyorlar. Şuursuz bir sürükleniş içinde, çoluk çocuk, geçim gailesi, araba, ev alma derdi, televizyon, bilgisayar, internet… Kendini düşünmekten öte, içine düştükleri meşguliyetler o kadar çok ki, dünyada mıyım, başka bir yıldızda mı farkında bile değiller.
Bu dünyadan başka bir yere yolcu oldukları hususu ise bu kadar şey arasında düşünmeye bile değmiyor. Bütün çabası ve gayreti sadece bu dünya için. Ya, yarın, o gitmekten çok uzak gördüğün ebed alemine ilk giden sen olursan? Hiç aklına gelmiyor değil mi? Uzun da yaşayabilirsin ama yarın da ölebilirsin. Dünyevi yolculuklardaki, “Aman bir şey unutmayayım. Bir eksik kalmasın.” gayretini, niçin ebedi hayatımız için göstermiyoruz ki? Değmez mi yoksa?