Kul hakkı meselesi Nur hazinelerinde işlenirken hukuk-u ibad, hukuk-u umumiye ve hukuk-u amme tabirleriyle anlatılıyor. Esasen Nur Risaleleri’nde neşredilen iman hakikatlerinde tevhid, nübüvvet, haşir, adalet esasları ışığında kul hakkına riayetin ehemmiyetine hususiyetle vurgu yapılıyor. Hem bu esasların nuruyla tahkiki imanla şereflenmiş, zulmetlerden necat bulmuş kâmil insanda; hakperestlik şuuru kuvvet bulduğundan kul hakkına her halükârda riayet etme istidadı inkişaf ediyor. Bununla beraber acz, fakr, şefkat ve tefekkür hatveleriyle yol alan Risaletü’n-Nur, şakirtlerine azim bir muhabbet ve şefkat dersi vererek bütün letaifine insaniyet seciyelerini enjekte ettiğinden insanların hakkına azamî surette hürmet göstermek; sadakatle Nurlardan istifade edebilenlerinin hayat-ı şahsiyelerinde temerküz ediyor. Burada Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmünde olan Mesnevi-i Nuriye’de kul hakkının ne kadar büyük bir öneme haiz olduğunu bildiren şu babı nakletmekte fayda var:
“İ’lem Eyyühel-Aziz! (Bil ey aziz) İmana ait bilgilerden sonra en lâzım ve en mühim a’mal-i sâlihadır. Sâlih amel ise, maddî ve manevî hukuk-u ibada (kul hakkına) tecavüz etmemekle, hukukullahı (Allah’ın hakkını) da bihakkın (hakkıyla) îfa etmekten ibarettir.”1
Kul hakkı konusunu Risale-i Nur’u tedkik ederek incelediğimizde Mektubat Risalesi’ndeki şu kısım özellikle nazar-ı dikkatimizi celb ediyor:
“Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez.Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için ibtal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet (fedakârlık) namına rızasıyla olsa, o başka mes’eledir.”2
Bu kısımlarda aynı zamanda adalet-i mahzanın yani hakiki adaletin tarifi yapılıyor. Bu hakikatten yola çıkarak aktarılan bir diğer önemli husus ise, adalet-i mahzayı tatbik etmek mümkün iken “küllün selameti için cüzü feda eden” adalet-i izafiyeyi tatbik etmenin bir zulüm olduğu gerçeğidir. Çünkü mesele kul hakkıdır ve çok ehemmiyetlidir.
Yine bahsimizle alakadar olarak Üstad Bediüzzaman Hazretleri Kastamonu Lahikası’nda bu dehşetli ahir zamanın bir acayip özelliğine şöyle değiniyor:
“Bu asrın acib bir hassasıdır (özelliğidir). Bu asırdaki ehl-i İslâm’ın fevkalâde safderunluğu (saflığı) ve dehşetli canileri de âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi (iyiliği), binler seyyiatı (kötülüğü) işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı (kul hakkını) mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır.”
Evet bu durumun getirisi önü alınmaz bir zulme sebebiyet vermektedir. Hem yüksek ahlâkından dolayı zulme karşılık affetmeyi tercih eden bir kişinin ancak kendi hakkından vazgeçme hakkına sahip olduğu; başkalarının hukukunu çiğneyen canileri affeden bir yaklaşımda bulunmaya hakkının olmadığı muhakkaktır. Eğer böyle davransa onun da zulme ortak olduğu inkâr edilemez bir hakikattir.
Uhuvvet Risalesi’ne başvurduğumuzda ise konunun başka bir zaviyeden ele alındığına ve misallerle ne de güzel aktarıldığına şahid oluyoruz. Şöyle ki:
“Nasılki sen bir gemide veya bir hanede (evde) bulunsan, seninle beraber dokuz masum ile bir câni var. O gemiyi gark (batırmak) ve o haneyi ihrak etmeye (yakmaya) çalışan bir adamın, ne derece zulmettiğini bilirsin. Ve zalimliğini, semavata işittirecek derecede bağıracaksın. Hattâ bir tek masum, dokuz câni olsa; yine o gemi hiç bir kanun-u adaletle batırılmaz.”3
Bunun gibi kul hakkının ne derece önem arz ettiğini beyan eden pek çok hakikati asrın müceddidinin eserlerinden öğreniyoruz. Öyle ki Üstadımız Bediüzzaman umumun hukukunun hukukullah (Allah’ın hakkı) hükmüne geçtiğini de bildiriyor.
Evet bu helaket ve felaket asrının insanında müşahede edilen toplumsal bazda cereyan eden zulümler içinde hakiki adaletin tecelli edeceği mahkeme-i kübrada hesabının görüleceğini Haşir Risalesi’nde defaatle zikreden Üstadımız; Hutbe-i Şamiye adlı eserinde umumi hukukun ancak hamiyet-i diniyenin (din duygusunun) esas alınması ile temin edileceğini izah eder. Hulasa olarak toplumun balans ayarı olan ailede hürmet, merhamet gibi seciyelerin yerleşmesi ile içtimaî hayatta kul hakkına ihtimam gösteren ferdler nüfuz bulacaktır. Ailedeki o hakiki şefkatli hürmeti, ciddi sadakati, emniyeti ve de samimi merhameti sağlamak için ise iman tohumunu kalblerde neşv ü nemalandırmak elzemdir. Gayemiz ve formülümüz bellidir aslında.. Kişinin bir nev-i küçük Cenneti hükmünde olan hanesindeki her bir ferdin iman hakikatlerinden feyizyab olmasıyla içtimaî ve şahsî hayatında hakiki adaletin inikasını barındıran bir mahiyete erişmek gayesi taşımasının ne kadar mühim bir hakikat olduğunu anlamak ve anlatmak vazifemiz olduğundan Üstadımızın kalbime ihtar edildi diyerek aktardığı şu iktibasla kelamımızı hitama erdirelim:
“Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük medrese-i nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir medrese-i nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlas Risalesi’nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.”4
Dipnotlar:
- Mesnevî Nûriye, Zeylü’l-Hubab
- Mektubat, 15.Mektub
- Mektubat, 22. Mektub
- Emirdağ Lahikası