Kul hakkı, aslında çok geniş bir kavramdır. Bir kişinin-kulun kendisine veya malına yapılan tecavüzler maddî hukuk, kalp ve ruhuna verilen zararlar ise mânevî hukuk olarak değerlendirilmektedir.
Kulun maddî hukukuna en büyük tecavüz anlaşılacağı üzere, kişinin öldürülme hâdisesi. İnsanın yaşama hakkına son verme, onun bu kâinatla olan bütün münasebetlerini bir anda kesip atma, kulu, Rabbine ibadetten alıkoyma, İlâhî eserleri tefekkürden menetme cinayeti. Başka bir anlamda Allah’ı tesbih eden milyarlarca hücrenin bütün bu tespihlerini bir kurşunla yahut bir bıçakla bitirme anlamına gelmektedir..
Sorumluluk bakımından insanların Allah’a, insanlara ve kendilerine karşı birtakım görevleri vardır. Bu görevler sırasında haklar oluşur. Meselâ; Allah hakkı, kul hakkı, nefis hakkı v.b. Şirk hariç Allah kendi hakkını affedebileceğini beyân etmekte, ama kul hakkını, ilgilinin rızası olmadıkça bağışlamayacağını belirtmektedir.
Ahlâkî değerlerin hayata tatbik edilmesi, günahlardan kaçınmak, farzları ifa etmek, insanların haklarına saygılı olmak gibi değerleri besleyen ve bunları amele döken ana umde, imandır, imanın kuvvetidir. İmanın derecesine göre, yukarıda sayılan değerlerin hayata geçirilmesinde eksiklikler olabilir. Bu yüzden imanı taklitten tahkike çevirmek ve imana kuvvet vermek, insanın en temel görevidir. Bu zamanda da imanı taklitten tahkike çeviren ve imana kuvvet veren en etkili ve mühim eser Risale-i Nur’dur.
Bazı örmeklerle bu konuyu nazarlarınıza sunmak istiyorum. Birinci örnek Bediüzzaman Hazretleri’nden. “Üstad Bediüzzaman Hazretlerine bir ağabeyimiz üç tane balık tutmuş kızartıp getirmiş. Üstad çıkarmış parasını uzatmış. Ağabey demiş ki, ‘Üstadım, ben bu balıkları denizden tuttum getirdim. Para vermedim ki para alayım!’ Bu ısrar üzerine Bediüzzaman üç balığı almış. O ağabey diyor ki: ‘Gece yarısı kapım güm güm vuruluyor. Kalktım baktım ki Üstad! ‘Kardeşim al şu beş lirayı, sancıdan öleceğim. Böyle şeyler bana caiz değil!’ dedi, üç balığa beş lira verdi gitti.’”
Bir diğer örnek ise Osmanlı Padişahlarından II. Bâyezîd Hân zamanından; “Yahya Baba, II. Bâyezîd Hân zamanında, Edirne Bâyezid Külliyesi’nin aşçılarından biridir. Arkadaşları hoşaf, kebap, sebze, bakliyat pişirir. Ama onun ihtisası pilavdır. Mübârek, işe girişti mi, ibâdet ettiğini sanırsınız. Pirinçleri salâvat getire getire ayıklar, yağını tekbirlerle eritir. Tuzunu Besmele ile, suyunu Fâtihâlarla salar. Zaman zaman gözünü yumar, enbiyâyı evliyâyı aracı yapar, Allah’tan bereket arzular. Onun pilavı herkese yeter, hattâ artar. Ancak o tek pirinç tanesine bile kıyamaz; artanı Tunca nehrine atar. Balıklar onun geleceği saati bilir, köprübaşında toplanırlar. Kilerci, bakar pilav artıyor; pirinci aşçıya az vermeye başlar. Ama Yahya Baba bir kere bile ‘Bu pirinç yeter mi?’ demez. Kilerci şaşkındır. Her gün pirinç miktarını biraz daha kısar ama pilav azalmaz, aksine çoğalır. Yine herkes doyar, Tunca’nın balıkları bile nasibini alırlar. Kilerci, bunu izah edecek tek kelime bilir: ‘Bu bir kerâmet!’ Çok dener ve emin olunca Pâdişaha çıkar. ‘Bu Yahya Baba boş değil sultanım der, hâlbuki biz ona amele muâmelesi yapıyoruz.’ Bâyezîd-i Velî gönül ehlidir ve aşçı ile tanışmak ister. Kilerci ile bir plân yaparlar. O gün Yahya Baba’ ya çok az, hattâ gülünç denilecek kadar az pirinç verilir. O her zamanki gibi okur, âlemlerin Rabbi’nden Halil İbrâhim bereketi diler. Pilavı çok lezzetli olur, üstelik kazanlara sığmaz. Yahya Baba artanları yine yüklenir, Tunca’nın yolunu tutar. Tam kepçeyi daldırıp balıklara atarken Pâdişah ortaya çıkar. ‘Ne oluyor bre der. Yoksa devlet malını israf mı edersin?’ Yahya Baba tutulur kalır. Ancak balıklar kafalarını sudan çıkarıp; ‘Ayıp olmuyor mu sultanım? derler. Koca devletin artığını bize çok mu görüyorsun?’
Yahya Baba öylesine mahcup olur ki, anlatılamaz. Utancından secdeye kapanır, Allah’a sığınır. Bâyezîd-i Velî onun kalkmasını bekler, ama geçmiş ola… Mübârek çoktan rûhunu teslim edip, kavuşmuştur rahmet-i Rahmana.” Kimi bir bakıştan, kimi bir sözden, kimi de bir tokattan etkilenir. Yahya Baba’ya da bir söz bir kurşun etkisi yapmış ve hayatını sona erdirmiş.
Bizler olaylar karşısında nasıl bir tavır takınıyoruz? Sözler, kelimeler, hareketler bize vız gelip tırıs mı gidiyor? Yoksa Yahya Baba gibiler artık bu dünyada az bulunur mu diyoruz?
Son örneğimiz İmam-ı Azam’dan (ra); “İmam-ı Azam’ın (ra) bir Mecusi’den alacağı vardı. Onu istemek üzerine evine gitti. Borçlunun kapısına vardığında ayakkabısına necaset bulaştı. Ayakkabısını silkeleyince bir parça necaset Mecusi’nin evinin duvarına yapıştı. İmam-ı Azam (ra) ‘Eğer şunu temizlemeden bırakırsam duvar kirli kalacak, temizlersem bu arada duvardan az da olsa toprak dökülecek, bana hakkı geçecek’ diye düşünüp kapıyı çaldı. Mecusi çıktı, borcunu istemek için geldiğini düşünerek mazeretler söylemeye başladı. İmam-ı Azam (ra), ‘Ben daha önemli bir şey için geldim’ dedi. ‘Duvarını kirlettiğini, hakkının geçmemesi için ne yapmalıyım’ diye konuştu. Bunu duyan Mecusi de, ‘Ben önce nefsimi temizlemekle işe başlıyorum’ deyip hemen orada Müslüman oldu.”
Bir hareket, davranış, kul hakkı üzerine gösterilen bir takva hali bir Mecusi’yi imana getirebiliyor. Biz de bu örneklere bakıp, İslâm’ın öğretilerini yaşamaya çalışmalıyız. Konumuzu Üstad’ın sözüyle bitirelim; “Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi iptal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakkın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için iptal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka mes’eledir.”