Uzman Klinik Psikolog Rukiye Karaköse ile “Maneviyat psikolojisi” üzerine bir sohbet gerçekleştirdik.
Manevî değerlerimizin ruh ve beden sağlığı üzerindeki etkileri nelerdir?
Biz bu alana maneviyat psikolojisi diyoruz. Bundan kastımız şu, insanın bir Yaratıcısı ve insanın da bir kullanma kılavuzu var. Yaratan hepimizi en iyi bilendir. İnsanı tanımak ilgili binlerce yıldır çeşitli araştırmalar yapılmış, son yüzyılda ise konuyla ilgili bilimsel çalışmalar yapılıyor. Ama biz biliyoruz ki insanı en iyi tanıyan onun Yaratıcısıdır. Bu Yaratıcının söylediklerine kulak vermeyen bir psikoloji bilimi kör ve topal kalır, asla amacına ulaşamaz. Hakikaten pozitivist ve modern bilimin, insanı tamamen kuşatamadığını da görüyoruz. Şöyle ki insanları anlamaya çalışırken kadim bilgilerden, eski kitaplardan, kültürlerden yararlanılıyor. Fakat insanın bir yaratılış kodu yani ruhu var. Allah diyor ki, insan eşref-i mahlukattır, yani yaratılmışların en şereflisidir. “Ben insanı yarattım ve ona ruhumdan üfledim” diye defalarca bize ayetlerle bildirmiş. Bizim özgüven, yani özüne güvenmek dediğimiz şeydeki özümüz, ruhumuzdur. Ruh da Rab’dan gelen bir şey. İşte özümüz yani ruhumuz Rab’den geldiği için biraz Rabbi de tanımak, bilmek gerekiyor. Manevî değerleri ve bunun psikolojik etkilerini bilmek için önce yaratılıştan, insanın kaynağından başlıyoruz. İnsan etten, kemikten, sinirden bir varlık ama özü, manevî anlamda yüce bir değer içeriyor. İlk olarak ruhumuzun Allah ile irtibatını unutmayacağız. Evet dünyaya gönderildik ama bizler manevî yanı olan varlıklarız. Bunu göz ardı eden hiçbir tedavi başarılı olamıyor. Allah’la ilişkimizi düzeltmeden yeryüzündeki kullarla ve kendimizle olan ilişkimizi de düzeltemiyoruz. Hz. Ali’nin (ra) güzel bir sözü vardır, “Kim nefsini bilirse, Rabbini bilir.” Maneviyat psikolojisi derken aslında kendimizi anlamaya çalışıyoruz ki Rabbimizi de bilelim ve anlayalım.
Peki insan kendini tanımaya nereden başlamalı?
İnsan ilişkileri içinde tanınır. Bir insanın sosyal hayatta farklı bir yüzünü görürsünüz, işinde veya bir sıkıntı, stres anında farklı yüzlerini görürsünüz. Onun için insanı insan yapan şey ilişkileridir diyebiliriz. Bir insanın hayatında dört temel ilişki kategorisi var. İnsanın Allah’la ilişkisi, kendiyle ilişkisi, diğer insanlarla ilişkisi ve eşyayla olan ilişkisi. Allah’la olan ilişkisi şu demek, kişi yaratılış sebebinden, vazifesinden ne kadar haberdar? İnsan bu dünyaya niye geldi? Aydınlanma Çağı filozoflarının ne dediğine baktığımızda, insan dünyayı imar etmek, cennete çevirmek yani burada mutlu olmak için geldi. Burada kafasına göre yaşayacak, kuralları kendi koyacak, herhangi bir Yaratıcıyı kabul etmeyecek. Yani diyorlar ki “Evet bu dünyayı yaratan bir Yaratıcı olabilir, biz bununla çok ilgilenmiyoruz, yaratsın kenara çekilsin, yeryüzünde nasıl yaşayacağımıza müdahale etmesin. Bizim kendi aklımız yeter, biz kendi aklımızla yeryüzündeki hayatımızı plânlayacağız.” Böyle bir yaklaşımdan hareketle, bir insanın mutlu olması mümkün değil. Zaten bu yaklaşımın sonu ‘hiç’ciliğe gidiyor. Yani yeryüzündeki hiçbir şeyin anlamının olmadığı, sonu intihara giden boşluk duygusu oluşturuyor. Daha sonra maneviyatla ilgilenen insanlara bakıyoruz, 1960’lara doğru maneviyat psikolojisiyle devreye giriyor ve diyorlar ki, “İnsanın manevî bir boyutu var. Bir Yaratıcısı ve onunla olan bir ilişkisi var. Bunu koparmayın, koparırsanız o insanı anlayamazsınız.” Allah’la olan ilişkimiz yeryüzünde olan ilişkilerimizin temeli aslında. Allah’ı sürekli hatamızı kollayıp, bizi cezalandıracak bir varlık olarak mı hayal ediyoruz, yoksa çok seviyor ama çok uzak mı hissediyoruz. O’nunla konuşabiliyor muyuz? Dua ederken Allah’ım beni, evladımı koru, salih kullardan eyle gibi ezbere dualarımız olabilir ve kalbe inmeyebilir. İnsanın kalbi, içi yana yana, göz yaşı dökerek, hüzünlenerek ettiği dualar daha çok Allah’a ulaşır. Mazlumun duasıyla Allah arasında perde yoktur diye geçer, mazlumun Müslüman olup olmaması da önemli değil. Gerçekten canı çok yanıyorsa Allah’ı Rab bilerek dua ederse, Allah o duayı kabul ediyor. “Allahım şuan bana Senden daha yakın kimse yok, beni Senden daha fazla sevecek, koruyacak, kuşatacak kimse de yok. Senden başka çare yok” diyerek, en yakınımız olarak bilip ettiğimiz dua kabul oluyor. Rabbiyle irtibat kuran, ilişkisi sağlam olan bir insan yeryüzündeki her türlü probleme dayanabilme, direnebilme gücünü buluyor. O yüzden kişinin ilk güçlendirilmesi gereken şeyi yönü manevî yönü, Rabbiyle ilişkisi. Bunu güçlendirebilen, sağlıklı kuran insan kendisiyle de sağlıklı bir ilişki kurabiliyor çünkü kendisinden habersiz olan bir insanın, psikolojik olarak çok sağlıklı olması mümkün değil. Rabbiyle ilişkisi yakınsa sıkıntılara düştüğü zaman teslim olup, tevekkül edebiliyorsa birçok psikolojik rahatsızlığı başlamadan yenmiş oluyor.
Rabbimizin bize verdiği bir kılavuz var demiştik Kur’ân-ı Kerim. Orada bize defaatle “Dünya hayatı bir imtihandır, O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır, mallarınız ve evlatlarınız sizin için imtihan vesilesidir.” der. Bu demektir ki dünyada ilişki kurduğumuz, ait olduğumuz ya da sahip olduğumuzu düşündüğümüz her şeyle imtihan olabiliriz. Çocuklar imtihanlar için hep der ya “hoca çalışmadığım yerden sordu” diye, tabiri caizse Cenab-ı Hak da çalışmadığımız, çok iyi bilmediğimiz, zayıf, hassas olduğumuz yerden sorar ki o yanımız güçlensin, güçlendirebilelim. Kişi mala düşkünse, evladı ya da eşi konusunda çok hassassa onunla imtihan olabilir. Önemsediğimiz, sevdiğimiz şeyler Allah’la aramızda perde oluşturmaya başlamışsa Allah bizi onunla imtihan ediyor genellikle. Ya o şeyi elimizden alıyor veya sevgisini elimizden alıyor ya da arada çok pürüzler yaşatarak “asıl aradığın bu değil” demiş oluyor. Bunu fark ettiğimizde merkeze eşimizi, çocuğumuzu, sahip olduğumuz maddiyatı değil de Allah’ı ve onunla olan ilişkimizi aldığımızda problemin büyük kısmı halloluyor.
Maneviyat psikolojisi başımıza gelen sıkıntılarda göstereceğimiz tavrı da belirliyor aslında değil mi?
Evet. “Bu bir imtihandır, benim doğru davranıp davranmayacağımı sınamak için karşıma çıkmış bir fırsattır” diye bakarsak farklı yaklaşırız. “Niye bunlar hep beni buluyor, ben bunları hak edecek ne yaptım” dersek isyana doğru gideriz. Şimdi şundan emin olmamız lazım, Allah kuluna zulmetmez. Bizim çok canımız yanabilir, dayanmakta güçlük çekebiliriz. Ama Allah kuluna dayanabileceğinden fazla yük yüklemeyeceğini söylüyor. Bakara Suresinde bunun ayetlerini okuyoruz. Bu tür hadiseleri yaşarken zorlandığımızda bilmeliyiz ki “Allah kuluna zulmetmez. dayanabileceğinden fazla yük yüklemez, bunu yaşatıyorsa bir hikmeti vardır.” o an bunu anlayamayabiliriz “Ben bunu hak edecek ne yaptım Allahım?” diyebiliriz. Engelli bir vatandaş böyle doğmayı hak edecek ne yaptı ya da daha bebekken annesi ve babasını kaybeden bir insan bunu hak edecek ne yaptı? Bu hak etmekle ilgili bir şey değil. Bu, bizim olgunlaşmak için hangi imtihana ihtiyacımız varsa, onun bize yaşatılmasıyla ilgili. Her insanın hayatta kişisel bir eğitim programı var. Bu eğitim programlarında bütün imtihanlar yazılı. Hiçbiri kazayla başımıza gelmiyor. Başımıza gelecekleri biz seçemiyoruz orası kader, ama cüz-i irademizle nasıl davranacağımızı seçiyoruz. Başımıza gelen şeye “Bu niye oldu, neden beni buldu, ben bunu hak etmedim.” diyip isyan mı edeceğiz, yoksa “ Allahım bunun bir hikmeti vardır, doğru davranacağım, sabredeceğim ve bunu anlamaya çalışacağım” mı diyeceğiz? Bunu anlamak zaman gerektiriyor. Bazen yıllar sonra anlarız başımıza gelen şeyin hikmetini. Keşke olsaydı diyip üzüldüğümüz şeylere, gün gelir olmadı diye seviniriz. İşte Allah’la ilişkimiz güçlü olduğu zaman, her başımıza gelenin hikmetini o an çözemesek bile bir güven duygusu oluşuyor, tevekkül güçleniyor. “Şuan anlayamıyorum ama Rabbimin bir bildiği vardır” deyip teslim olabildiğimizde ancak rahatlayabiliyoruz. O teslimiyet olduğunda bu bizim iç yani kendimizle olan iletişimimize yansıyor. Kendimize daha az kızıyoruz ve yargılıyoruz. Diyoruz ki, “Ben elimden geleni yaptım, elimden gelen de bu kadar.” Yani kul olarak acziyetimizle yüzleşiyoruz. Ben kimsenin Rabbi olamam, çocuklarımın eşimin de Rabbi olamam. Yani onları kayıtsız şartsız yönetemem, yönlendiremem. Aciz bir kul olarak elimden geleni yapacağım. Evet eşrefi mahlukatım ama nihayetinde gücümün sınırları var. Melek değiliz, bir nefsimiz var ve doğru, yani yaratılış kodlarımıza uygun davranırsak alâ-yi illiyyîne çıkabiliyoruz. İnsan ümitsiz olamayacak. Kendi iç iletişimi sağlam olacak. Bir şey yaptığımızda bazen bunu kendimizden bile saklarız. Savunma mekanizmaları geliştiririz, kendimizi savunmaya çalışırız.
İnsanın psikolojisini en çok toparlayan şey bir Sahibinin olduğunu bilmesidir
Hata yaptıysak, hata yaptım deyip, Yaratıcıdan af dilemek ve Yaratıcıyla irtibatımızı koparmamak. Kişi bazen dinen hoş olmayan bir şey yapar ve namaz kılmak istemez, dua etmekten kaçınır. Allah’ın karşısına çıkmaya yüzü yok gibidir utanır, kaçınır. Bu duygunun aksine olarak üstüne üstüne gitmek gerekir. Çok hareketli, ödevini yapmayan çocuklar vardır ama öğretmeniyle ilişkisini koparmaz, ne yaparlarsa yapsınlar öğretmenleri onları çok sever hoş görür. Aynı bunun gibi Allah’ın bize olan merhameti çok çok büyük. Hata da yapsak, dönsek dolaşsak O’nun kapısı bize hep açık. Başka bir gezegene de gitsek O’nun mülkündeyiz irtibatı koparma şansımız yok. Biz terapilerde en çok bunun üzerinde duruyoruz. “Hatalı bir kul da olsam, Allah’ım Senden başka gideceğim bir kapı yok” deyip Yaratıcıyla irtibatımızı koparmamamız gerekiyor. İnsanın psikolojisini en çok toparlayan şey bir Sahibinin olduğunu ve O’nun kapısının hep açık olduğunu bilmesidir.
İnsanın hayatında dört temel ilişki kategorisi var demiştiniz, sıra insan ilişkileri ve eşyayla olan ilişkimize geldi?
İç iletişimimiz sağlıkla olunca, yaptığımız ve yapmadığımız şeylerin sorumluluğunu aldığımızda, Rabbimizle olan ilişkimiz de sağlam olduğunda, insanlarla olan ilişkilerimiz de düzeliyor. Çünkü daha şefkatli, merhametli yargılamayan bir insan oluyoruz. “Onun da böyle bir imtihanı var, kim bilir ne sıkıntı yaşadı” diyerek empati duygumuz ve merhametimiz gelişiyor. Böylelikle karşı tarafı daha iyi anlar, ilişki kurar hale geliyoruz. Daha sabırlı, tevekküllü oluyoruz. Eşyayla olan ilişki ise bunun sonrasında gelen bir şey. Eşyadan kastımız diğer mahlukat. Cansız varlıklara ve diğer canlı mahlukata karşı da ilişkimiz değişiyor. Kişi kendiyle barışık olduğunda odasına çiçek koymaya başlıyor, renkleri fark ediyor. Yolda gidip gelirken dağa taşa bakınca Allah’ın kudretini görmeye başlıyor. Sünnete uygun şekilde giyimine özen göstermeye başlıyor, mekanını düzenlerken oraya bir hat levhası ya da güzel bir manzara resmi koyuyor, görsel ve işitsel olarak etrafındaki estetik duygusu gelişiyor. Ama kendiyle barışık değilse, içinde kavga varsa, savaş varsa dış dünyası da karmakarışık olabiliyor. Hem odası, hem masası, hem çekmeceleri, hem de yaşadığı yer. Bu dört ilişki kategorisi toparlandığı zaman kişi büyük ölçüde toparlanıyor.
Manevî değerler insan psikolojisine başka nasıl tesir ediyor?
Dua ile ilgili pek çok araştırma var. Dua eden grupla etmeyen grup arasında karşılaştırmalar var. Mesela kanser hastalarında, dua eden ve etmeyen iki grup üzerinde araştırma yapılır. Dua eden grubun kan değerleri iyiye gider, iyileşebilecek olanlar varsa iyileşmesi hızlanır. İyileşemeyecek olanların ise acısı, sızısı azalır. Dua etmek, bir inanca sahip olmak kesinlikle hastalıkların çabuk iyileşmesini ve kişinin insan ilişkilerinde de daha sabırlı ve tahammüllü olmasını sağlıyor. Tabi ki burada sadece dinin ibadet boyutunu kast etmiyoruz. Evet dua Allah’la irtibat olduğu için önemli ama ibadetlerini düzgün yapıp merhametsiz bir kalbe sahip olan insanlar yok mu, var. Orada kural odaklı bir ibadet bilinci var. Emredilmiş yapacağım. Peki Allah’a karşı ne hissediyorum? Adını andığımda kalbim titriyor mu? Gökyüzüne, bulutlara baktığımda onun kudretini hissedebiliyor muyum? Bir ilişkim var mı yoksa korku odaklı mı sorumluluklarımı yerine getiriyorum? Bunu biraz sorgulamamız gerekiyor. Dinin ibadet bölümü tabi ki çok önemli bir şey. Ama duygu bölümü belki de çok daha önemli. İnancımız duygu olarak bize bir şey hissettirmiyorsa, bu bizim diğer ilişkilerimizi de toparlayamıyor.
Maneviyat psikolojisiyle ilgili olarak son olarak neler söylemek istersiniz?
İnsan hata yapar. Hiç günah işlemesek yeryüzündeki imtihan sırrı ortadan kalkar, melekler gibi olurduk. Mü’min altın gibidir. Çamura düşen bir altın, altınlığından bir şey kaybetmiyor. Sadece üstü biraz kirleniyor, yıkandığı zaman ise yine altın, bir tenekeye dönüşmüyor. Bir mümin de kendi değerinden emin olmalı bu manada. Allah’la ilişkisini hiç koparmamalı. Yıkandığı yani tövbe ettiği zaman pırıl pırıl olduğunu yine değerini koruyacağını unutmamak da fayda var diye düşünüyorum. Bediüzzaman Hazretlerinin sabırla ilgili olarak çok sevdiğim bir ifadesi vardır. Allah herkese o güne yetecek kadar sabır kuvveti verir. Ama geçmişe hüzünlenmek, gelecek için kaygılanmak suretinde o sabrı tüketiriz diyordu. Bunu da terapilerde çok sık kullanırım. Allah hepimize o günün sabrını veriyor. Geçmişe üzülerek ya da gelecek için kaygılanarak bugünün sabrını tüketmeyin. Bugünün sabrını bugüne ayırarak ayakta kalmaya ve vazifelerinizi doğru yapmaya gayret edin, çalışın. Bu da hayat düsturlarından biridir benim için.