Gurubun çizgisine takılmış birer nokta misali, uçsuz bucaksız göğün sahifesinde saniyelere yenik düşercesine çekildiler renkler tek tek eşyanın üzerinden. Her biri solgunlaştı ve durgunlaştı usulca. Simsiyah bir örtüden mâdasını bürünmeyecekti emre mûti olarak. Ne bir cümbüş, ne bir coşku, ne de bir parıltı kalacaktı elvan-ı seb’adan semaya. Siyahın asaleti ve de celadeti feth etmeye başlamışken felekleri dahasına lüzum kalmamıştı hiçbir rengin.
Genç kadın erişemediği ve kavuşamadığı onca hayâliyle birlikte tekrardan çekilecekti yüreğindeki mahzenine; boynu bükük ve de suskun. Elindeki dondurmayı tam da yiyeceği anda yere düşüren bir çocuk misali üzgün ve hayıflıydı. Eşi ile yaşanası sevgileri mazide kalmış, sevgi dolu sözcükleri ise mahiyetini kaybetmişti çoktan. Her hareketleri suri ve de yapmacıkken, en son ne zaman birbirlerine gülümseyerek bakmışlardı gerçekten? En son ne zaman karşılıklı oturup, oradan buradan muhabbet edip konuşmuşlardı? Hatırlamıyordu bile. Mecbura kalmadıkça ağızlarından tek kelime bile çıkmaz olmuştu. Üstelik şimdilerde göz pınarları da haber etmiyorlardı artık akarlarken. Eşi için “Ne kadar vurdumduymaz” diye geçirdi içinden bencilce. Gözlerinden yaş verine kan akıtıncaya kadar mı sürecekti bu umursamazlığı? “Gayet me’yus ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve meyus suretinde görür.”1 sırrınca, zaten öylesine ağlayan bir yüreğin var ise, ne mümkün baktığın her şeyin gülmesi sana. Güneşin batışı bile, onun dertlerini dinlercesine son ışıklarıyla kirpiklerini okşayıp gözbebeklerinden kalbine süzülürken, kırık gönlünün farkındayken, anlamışken onu, neden eşi anlamıyordu hâlâ?
Aynı çatı altında oldukları, aynı havayı soludukları halde git gide birbirlerinden yabancılaşarak, her birinin yüreklerine açılmaz kilitler vurmuştu yılların alışılmışlığı. Birlikte gibi görünürlerken, gün geçtikçe birbirlerinden uzaklaşmışlardı. Evlendikleri günün yıl dönümüydü bugün. Zihni yıllar öncesine gidip, ellerini tutmaya bile çekinerek, heyecanla kendisine bakan utangaç gözlerin sahibi eşini hatırladı hafif bir tebessümle ve artık iyiden iyiye özlediğini o bakışlarını. Şimdilerde ise ona her seslendiğinde “yine, yeni bir şey isteyecek benden” diye bıkkın bir ses tonuyla cevap alır olmuştu eşinden. İyice suskunlaştırmıştı her konuşmanın çoğunlukla kavga ile biter olması. Kendisini önemli ve ulaşılmaz biriymiş gibi göstermek için çabalamayı iyiden iyiye abartmış mıydı ne? Her iyiliği eşinden bekler olmuştu, hem de surat asarak. Her bir yıl dönümünde, doğum gününde, belirli günlerde kutlanacak ne var ise eşinin görevi gibiydi, uçsuz bucaksız isteklerine “olur” demek. Kendisi sırf kadın olduğu için ona hediyeler alınmalıydı, her daim sürprizler yapılmalıydı. Hak ediyordu, her şeyin en güzelini, en iyisini. Son zamanlar da ise hiçbir şeyin tadı kalmamış, sıradanlaşmıştı hepsi. Sevgilerini soldurup, muhabbetlerini köreltmişti acımadan şımarık nefsinin ve boş inadının yaptırdıkları…Şeytanın oyunlarına maskaralık, aralarını açmaktan başka hiçbir şeye yaramamıştı. Nasıl ki söz vermişlerdi birbirlerine evlenirken, “Ahiretimize yol arkadaşlığı için çıktık bu yola.” demişlerdi. O halde bu doymaz kanmaz nefse iltimas niyeydi? Neden yol arkadaşını üzüyordu habire? Üstelik kendisi de mutlu olmuyordu bir türlü? Neden evlendikleri ilk günlere hapsetmişti o samimi, kibar, anlayışlı, cesur, yürekli, gülümsemeli ve de heyecanlı sevdiğini? Onu hapsetmekle kalmayıp o sakin, nezaketli, mütebessim, nazik-nazenin, düşünceli ve de kıpır kıpır o sevilen kızı da gizlemişti yıllar öncesindeki o güzel günlere. Sanki bir yolunu bulup da çıkıp gelmemeleri için inadından kaleler örmüştü onlara. Kolunu bile kıpırdatmayarak kızıp-söylenmek, küsüp-gücenmekle, kendini ezdirmeden her istediğini elde etmenin haklı gururuyla oynadı habire evlilik oyununu…Mutsuzdu… ama… Bugün, artık mutluluğa oynayacaktı, huzura oynayacaktı kozlarını, anlık heveslere, nefsin kumpaslarına değil. Salavatlarla bir bir söküp atacaktı benliğine kök salmış haksız gururu-aldanmayı. Kör inadıyla yol arkadaşını kırıp ufalamayı. Kaprislerini, küskünlüklerini, egolarını, modalarını… Uğruna ne varsa hepsini…Aralarını açan her şeyden kurtulacaktı bugün. Biriktirdi dualarını pişmanlıkla, niyetliydi değişim için önce kendini değiştirmeye. Ağladı, ağladı… Bu kez gözyaşlarını Rabbine gösterdi sadece, Rabbinden af diledi boynu bükükçe. O’ndan yardım istedi kulluğu adına, insanlığı adına,eşliği adına…
Sen mahzunca gözyaşı dökerken yakışır mı gülmek bize? Karanlığa bürünmeye meyleden renkler bir dua fısıltısı olup doldular yüreğine genç kadının. Kırık, dökük, bitap kalabalıklar içindeki kimsesiz yüreğine…
Gökyüzüne şen şakrak tebessüm kalemleriyle, tecessümler çizmek mutluluktan yana! Olur mu hiç, “Üzüntüye uğrayanın O’nu hatırlayıp” da üzüntüsüyle kaldığı? Biz de ağlarız seninle o halde. Her birimiz kırılmış, yıpranmış kalbinin her bir zerresini onarmak üzere damla olur yağarız yüreğine…Senin için, senin Sahibinden aldığımız emirle, boyarız her rengini mutluluğun, kalbinin puslu ve solgun duvarlarına. Birlik olur veririz el ele. Gökkuşağının bütün tonlarıyla donatırız yüreğini. Yeter ki devam ettiğin duandan usanıp, isyan etme.Yeter ki imtihandan, denenmekten bıkmışçasına inkâra meyletme! Kımıldansın yüreciğin nazlı bir çocuk edasıyla, ısrarıyla, nazıyla. Ümit zerrelerinden dua gergefini işlerken acısa da kanasa da her iğne geçip-işledikçe özüne. Kıvransan da, kırılsan da, kıvrılıp kalsan da bir köşecikte mahzun etmesin masumiyetini mağlubiyetler, tükenmişlikler, olmazlar…
“Hak rızası için” dedi. Ebedi dostumu kaybetmemek adına evliliğimin ilk yıllarında duran, beni hasretle bekleyen,benim de hasret kaldığım o sevdiğimin gönlünü alacağım bugünden başlayarak. Yıllardır unuttuğum, ertelediğim, çığlıklarına kulaklarımı tıkadığım kulluğumu ve insanlığımı da yanıma alarak. İki yüzlü olmadan, samimice, fedakârca, çıkarsızca…Çünkü sevdim, sevildim…Hak rızası için sevmeye devam edeceğim…
Dipnot:
1. Asa-yı Musa