Otuz üç yıl önce üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldiğimde, ağabeyimin de tavsiyesiyle medreseye yerleştim. Ne yalan söyleyeyim benim için hiç kolay olmadı. Hiç aşina olmadığım koskocaman bir şehir, yabancı insanlar, üniversite ve önemlisi belki hayatımda dönüm noktası olan medrese hayatım. Şimdi üniversiteyi kazanıp İstanbul’a gelen ve medreselerde kalan ve danışmanlığını yaptığım kız talebelerin serzenişlerini işitince bana bunlar hiç de yabancı gelmiyor. Biz çok daha zor şartlarda olmamıza rağmen, onlara tek başına gurbetlik bile yetiyor. Dediğim gibi yabancı şehir, yabancı insanlar, yabancı bir okul zaten başlı başına insanı strese sokan nedenler. Bir de belki daha önce hiç okumadığı sadece ailesinden adını işittiği Risale-i Nur okunduğu medrese hayatı. Hiçbir şey anlamadığım ama hem dinlemem, hem de okumam gereken bu kitaplara başta çok yabancılık çektim. Hani insan tanımadığı şeye düşmanmış ya, ben düşman değildim ama mahiyetini de bilmediğim için çok zorlanıyordum. Allah rahmet eylesin, o zaman müdebbirimiz olan Hülya Odabaşı Ablam, bize “Çocuklar hiç birinizin ailesi sizi buraya sadece Risale-i Nur okumanız için göndermez. Belki burası sizin için büyük bir şans, kıymetini bilin. Okulunuzu araç, Risale-i Nur’u öğrenmeyi ve hayatınıza geçirmeyi amaç yapın” derdi. Ne yalan söyleyeyim, içimden “Kolaysa sen gel yap” derdim. Bir yandan her vize sonucunu soran, devamsızlıklarımı bile takip eden ailem, bir yandan hayatımda belki hiç duymadığım kelimelerden mütevellit olan Risaleler.
Bir kere gönül bağı oluşmaya görsün, ısrarla okumaya devam ettikçe Risale-i Nur açıldı, o açıldıkça ben onlara bağlandım. Kopmaz bir bağ oluştu aramızda. Fıtratımıza derc edilmiş aidiyet duygusu, bulunduğun ortamı da tanıdık kılıyor ya, bir aşinalık oluşuyordu ister istemez. Zira doğrusu da bu olmalı ki, bulunduğun ortama intibak edebilesin. Benim ki de o misal, nasıl okuduğum üniversiteye ait bir kimliğim var ise, kaldığım medreseye de ait bir kimlik ihtiyacı hissettim. Gerçi daha önce de biliyordum nereye gideceğimi, ama fiilen de bunu hissetmek istiyordum. Ben nerede kalacaktım, burası bir kurumama ait yoksa bir şahsa mı ait? Ablalarıma sorduğumda burası şu şahsa ya da bu şahsa ait değil, bir çok ruhların imtizacından, tesanüdünden, kalplerin birbirine olan yansımasından ortaya çıkan ve şahs-ı manevinin ortak adı olan “Yeni Asya”ya ait dediler.
Şahs-ı manevi, ilk defa duyduğum terimlerden biri daha. Yine ablalarıma “Şahs-ı manevi nedir?” dediğimde “okyanus gibidir” dediler. Nasıl o koskocaman okyanus küçücük su damlacıklarından meydana gelmişse, o su damlacığı tek başına her an kurumaya dağılmaya müsait olup, okyanusa dahil olduğunda gözünün alamayacağı bir enginliğe kavuşuyorsa, şahs-ı manevi de aynen bu misal gibidir. Bediüzzaman Said Nursi’nin “Bu zaman cemaat zamanıdır. Ferdi şahısların dehası ne kadar harika da olsalar cemaatin şahs-ı manevisinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir” diyerek, fert fert kalıp, bir yere aidiyet duygusu olmadığı zaman, şahsi kabiliyetleri ne kadar gelişmiş de olsa, cemaatten alacağı maddi manevi kuvvetten mahrum kalacağını bize bildiriyor. Bu çerçevede, şahs-ı manevinin tefani sırrını yakalamış herkesin kendi nefsi arzularını unuttuğu ve mensubu olduğu cemaate, gruba, meclise dahil olan arkadaşlarının meziyetleriyle fikren yaşadığı ve buz parçası olan enaniyetini şahs-ı manevi olan müşterek havuzda eritebilen herkesin haklı ya da haksız her davasında kuvvet buldukları anlaşılmaktadır.
Risale-i Nur’la nasıl tanıştığını anlatırken “Buraya nasıl geldin?” diye sorabilirsiniz. Ben de bazen bu soruyu kendime soruyorum. Hem Risalelere hem de içinde bulunduğum cemaatime. Bu gönül bağı nasıl oluştu bende ki hiçbir menfaate değiştirmiyorum. Üniversite okumak için geldiğim ve barınmak için kaldığım o yer benim hayatımda dönüm noktam oldu. Zahirde araç yaptığım barınağım benim gerçek evim, yurdum oldu. Hani insan kendi yapısına, dokusuna uygun olan yerde olmak ve bu minvalde arkadaşlarla, dostluk kurmak ister ya, benim ki de o misal, güvendiğim yaslandığım gerçek tesanüdü burada buldum.
Tesanüd nedir? Sözlük anlamı birbirine dayanmaktır. Tesanüd, puzzle parçalarını birleştirmek gibidir. Bir sürü farklı şekil ve renkteki parçacıklar uyum içinde bir araya geldiklerinde bir bütün haline gelirler. Nasıl bir binanın sağlam yapı taşları birbirine yaslanıyor adeta omuz omuza veriyorsa, aynen bunun gibi ben de omuzun aynı davaya gönül vermiş kardeşimin omzuna, onun omzunun da benim omzuma yaslandığını manen hissediyordum. Bu tarif edilemez ve anlatılamaz ancak yaşanarak tadılacak bir duygu. Kardeşane, samimane halis bir dostluk. Hiç tanımadığınız, hiçbir kan bağı olmayan Türkiye’nin dört bir tarafından gelen insanlarla kopmaz bir bağla bağlanmak. Bunun tek bir tarifi vardır, ihlas. Hiçbir menfaatin olmadığı arkadaşlarını en yakın kardeş, en civanmert arkadaş olarak görmenin en güzel tarifi bence.
Selef-i salihinden Cüneydi Bağdadi Hazretleri ihlası bakın nasıl tarif ediyor diyor ki; “İhlas, kul ile Allah arasında bir sırdır. Melek onu bilmez ki sevap yazsın. Şeytan ona muttali olmaz ki ifsat etsin. Heva ve heves onu fark edemez ki meylettirsin.” Kalbi ihlasa uyanmış bir kişi için yaptığı işlerle bilinip bilinmemesi, hatta sevap ve mükafat mülahazası bile katiyen söz konusu olmadığına göre, medreselerdeki kardeşliğin bu tanıma uyması kendi adıma çok şanslı olduğumun bir göstergesidir.
Bizi bizden daha iyi tanıyan kalbimizin en ince hatıratından haberi olan Zat-ı Kerim, bize öyle bir ikramda bulunuyor ki, belki ihtiyarımız dışında, belki de isteksiz geldiğimiz medreseyi, bize saadet-i ebediyenin bir menzili yapıyor. Şimdi düşünüyorum da üniversiteyi okumak için geldiğim İstanbul’da barınağım olan medrese, ebedi saadetimin anahtarı olmuş. Başta hiç anlamadığım çok sıkıcı bulduğum Risale-i Nur benim iç alemimin güneşi olmuş. Bu öyle bir güneş ki hiç batmıyor, iç alemim hiç karanlıkta kalmıyor. Yaklaşık otuz yıl oldu üniversiteyi bitireli. Bazen “Çalışmayacaktın madem niye üniversite okudun?” diye soruyorlar. “İyi ki kazanmışım, iyi ki gelmişim. Rabbim ihtiyarım haricinde sevk etmiş beni” diyorum. Zira hayat inişiyle çıkışıyla oldukça zorlu bir maraton. Ve bu maratonda kâh, yorulduğunuzda kâh, tökezlediğinizde kolunuzdan şöyle bir tutup kaldıran, gayrete getiren öyle bir hazinem var ki bütün dünyayı verseler değişmem.
Medrese hayatını ben bir torna atölyesine benzetiyorum. Haşa sizi tenzih ederim ama kendi adıma odun gibi geldiğim medresede, kendimin bile hiç sevmediğim huylarım öyle güzel törpülendi, öyle güzel şekillendi ki, ben bile kendimdeki değişikliklere hayran kaldım. Sabretmeyi, kanaat etmeyi, hoş görmeyi, paylaşmayı, diğergâmlığı, kardeşliği, yemek pişirmeyi, ev temizliğini, kısaca hayatı orada öğrendim. Hani vücudunuzda bir yeriniz hastalandığında bütün organlarınız etkilenir ve ona yardıma koşar ya, aynı bu misal biz de bir vücut gibiydik. Beraber kaldığımız bir kardeşimiz rahatsızlandığında, gece nöbet tutar sırayla o kardeşimize bakardık. Okuluna gider, derslerinden geri kalmasın diye notlarını alır, ona getirirdik. Biz bir vücut gibiydik. Aynen binanın yapı taşları gibiydik. Nasıl o sert camit taşlar, yan yana geldiğinde adeta diğer taşa meyillenir, ona yapışır ayakta durmasına çalışırsa, aynen biz de öyleydik. Ülkenin dört bir tarafından gelmiş, farklı mizaçların imtizacı, aralarındaki tesanüd, fikir ve kalp birliği, ihlas ve samimiyet ve Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini temsil eden Yeni Asya çatısı altında olmaktan gurur duyuyorum. Rabbime şükrediyor ve “Anlatılmaz yaşanır” diyorum.