Bugün o kadar güzel bir gündü ki, bütün ağaçlar yeşillenmiş, çiçekler açılmış, dirilişin bütün haşmeti parlak gün ışıklarının altında tüm azametiyle okunuyor. Her şeyde, herkeste bir neşe görülüyor. Sanki hayatın kokusu, yerden gökyüzüne doğru buhar olup uçuşmakta. Çiçeklerin kokusuna gelen arılar, hangi çiçeğe konacağını şaşırıyor.
Burası bir mezarlık. Sanki gidenlerin hepsi yerinden son derece memnunmuş gibi bir sessizlik ve huzur hissediliyor her tarafta. Yalnız şu mezarın kenarında oturmuş düşünmekte olan genç, son derece mutsuz ve huzursuz görülüyor. Bütün bu güzellikler asla umurunda değil. Sanki gözü hiçbir şey görmüyor. Dünyadan tümüyle sıyrılmış gibi başka bir alemde.
Daha bir iki saat olmadı, en yakın arkadaşı buraya gömüleli. Herkes terk edip gitti onu. Anası, babası, kardeşleri, yakınları. O bir türlü terk edip gitmek istemiyor. Burada ne kadar oturup beklese de o da elbet gidecek. Zira o hayatta ve henüz toprağın üzerinde. Bundan sonra asla yüzünün gülmeyeceğini ve mutlu olamayacağını düşünüyor.
Onunla daha yürümeyi yeni öğrendiği en küçük yaşlarından beri beraberdiler. Karşılıklı iki dairede oturuyorlardı. Birlikte okula gittiler. Beraber ders çalıştılar. Sırlarını paylaştılar. Daha yeni üniversiteye başlamışken, arkadaşı bir trafik kazasında vefat ediverdi. Sanki bir bütünün yarısı alınıvermiş gibi eksik, kimsesiz hissediyordu kendini. Bundan sonra da o yarıyı tamamlayacak kimse olamayacaktı belki.
Herkesin onu bırakıp, işine gücüne dağılması, çok acı gelmişti. Bu yüzden o bir türlü ayrılmak istemiyordu arkadaşından. Burada daha ne kadar bekleyecekti, bilemiyordu. Ona yardım hususunda elinden bir şey de gelmiyordu. Beklemek neyi hallederdi ki?
Derken, öyle bir uyku bastırdı ki, arkasındaki ağaca yaslanıp uyuyakaldı. Uyur vaziyette ne kadar kaldığını bilmiyordu. Bir bastonun dürtüsüyle uyandırıldı. ‘’Aynen bu uykudan uyandığın gibi, bir gün de diriltilip, haşir sabahında uyanacaksın.’’ diyordu, beyaz sakallı, yaşlı bir zat.
Henüz uyku mahmurluğundaydı. Dünya da mı, başka bir alemde mi olduğunu anlayamayacak kadar şuursuzdu beyni. ‘’Dede ne diyorsun, kusura bakma anlayamadım.’’ ‘’Öldükten sonra dirilmek var. Bu dağılıp, çürümüş bedenleri toparlayıp diriltecek Yaratan!’’ diyorum.
Bu dede nereden çıkmıştı? Onun dirilişe dair sıkıntıları vardı. Acısı bu yüzdendi. Yok olup gideceğiz. Ne yaşayabilirsen, hep burada kalacak. Ne kadar mutlu olabilirsen, burada olacaksın. Sonu hiçlik. İyi de bu sevmek duygusu niye verilmiş insana? Arkadaşını maddeten terk etse bile sevgisi yüreğinde hep duracak. Onun yok olup hiçliğe gittiğini düşünmek ise hayatını zindan edecek. Bunları düşünürken, ‘’Böyle mutluluk mu olur?’’ diye seslice konuştu.
‘’Anlamadım’’ dedi, yaşlı zat. ‘’Ben artık hiç mutlu olamam. Sevmek duygusundan da nefret ediyorum. Çünkü kimi sevsem, ayrılacağım. Ayrılıklar, ayrılıkları kovalayacak. Acı ve ıstırap içinde kıvranırken ben de gideceğim. Sonunda ölüm ve hiçlik olan bir hayatın ne tadı olur?’’
Dede bastonuyla şöyle bir dürttü omzunu. Sonra kafasına iki kere tıklattı. Ardından yandaki mezarda çoklukla açılmış olan sarı ve beyaz papatyaları işaret etti. ‘’Sen mi dirilttin? Sen mi şekil verdin? Sen mi boyadın? Sen evde otururken, bu çiçeğin vaziyetinden haberin var mıydı? Onun ölü mü, diri mi olduğu seni ilgilendiriyor muydu? Sen kendi alemindeyken ve hiç bir şeyden haberin yokken, bu alemi bir idare eden var… Eğer o olmasa, etrafını saran şu alem ve sen de olmazdın, bana da böyle garip sorular sormazdın. Be çocuk, sen nasıl yaratılıp geldin dünyaya? Bir damlacık su üstüne seni bina eden kimdi? Seni böyle mükemmel yaratıp, bu aleme gönderen, seni tekrar yaratmaktan aciz midir? ‘’
‘’Dede bir bomba attın sanki kafama! Ne alakası var, bir çiçekle bir insanın diriltilmesi arasında?’’
‘’Çocuk, bazen çok küçük bir şeyde büyük bir misal vardır. Bak şu Hayy isminin tecellisine? Şu hayat dolu, rengarenk alem, nasıl da hayatın varlığını apaçık gösteriyor. Sen kalemi alıp defterine bir şeyler yazmadıkça, nasıl defterin boş kalıyorsa, bu alemin bu kadar dopdolu, muntazam, kusursuz olması ve fevkalade idaresi, onun bir sahibi ve yazanı olduğunu sana ihtar etmiyor mu? Her bahar bu sayfayı tekrar yazıyor. Dünya yaratılalı her bahar bu diriliş sayfası yazılıyor. Binlerce yıl önceki o sayfaları yazan ki bu gün de şu gözünün önündeki sayfayı yazmış. Sen hâlâ dirilip, dirilmeyeceğini düşünüyorsun. Dirileceksin kesin de, bunları bu tarzda düşünebildiğine göre, hiç bir hazırlığın yok anlaşılan. O yaratıcı senden ne ister hiç sormuyorsun. Bunları öldükten sonra düşünmenin hiç bir anlamı yok. İmtihandan hiç bir şey yazmadan çıkıp da alık alık bakınan talebe gibi olma. Aklını başına al.’’ dedikten sonra başına bastonuyla iki kere daha tıklattı.
Dede, ‘’Sizin kafalarınız kolay uyanamıyor. Tıklatıyorum ki içindekiler uyanışa geçsin. Sizi arada bir böyle dürtmek gerekiyor. Nereye gideceğini bilemeyen bir makine gibi durup, ortada kalıveriyorsunuz. Hadi bakayım, uyanışa geçti isen, koş namaza! Bak ezan da okunuyor.’’
Yerinden zorla toparlanıp kalkan genç namaz için en yakın camiye yönelmişken, dede sırtına iki baston darbesi daha yerleştirdi. ‘’Bu ne şimdi dede? ‘’ sorusuna , ‘’Yeni hayatın için bir teşvik oğlum. Bu dedeni ve bastonu hiç unutmayasın diye’’ cevabını veren dede uzaklaşırken, tık tık baston sesleri de sonunda duyulmaz oldu ama o gencin kafasında uyandırıcı bir sinyal olarak daima kalacaktı, bu baston sesleri…