“Hey gidi koca çınar” dedi yaşlı amca. “Hey gidi…”
Tahta iskemlesine oturmuş, pencerenin pervazına dayanmış, kehribar taşlı tesbihini çekerek evinin yakınındaki çınar ağacına bakıyordu. Tebessüm vardı yüzünde. Dostla muhabbet etmekten neş’et eden tebessüm.
Çevresine şöyle bir bakındı. Söyleyeceklerini başkalarının duymasını pek istemiyor gibi bir hâli vardı. Odada yalnız olduğunu anlayınca rahatça arkasına yaslandı. Gözlerini hafifçe kısıp tekrarladı sözlerini.
“Hey gidi koca çınar… Demek kocadık artık. Asırlık değiliz belki ama yarım asrı geçti ömrümüz. Baksana yetmiş sene-i ömrü geride bıraktık ikimizde. Neler neler yaşadık değil mi seninle? Zorluklar, bâdireler, fırtınalar, yağmurlar… Bak bu günlere geldik.
Hatırlasana gençlik yıllarımızı. Sen incecik bir fidandın. Yağmur şiddetli yağsa dalın kırılır, fırtına çıksa belin bükülürdü. Ben mi? Ahh ben… Duyguların fırtınasında kâh serâdan süreyyâya kâh süreyyâdan serâya inip çıkardım. Kimi zaman öyle emin olurdum ki kendimden âdeta tüm dünyaya meydan okurdum. Velâkin bir söz, bir düşünce beni yıkar; gözyaşlarına boğulurdum.
Sen boy attıkça yanından geçenler ‘Ne gölgen var, ne meyven’ derlerdi. Yapraksızlığına laf ederlerdi. Bense çalışır didinirdim. Ama elime geçen kârdan ziyâde zarar olurdu. Aklımı neden iyi kullanamazdım bilmem. Heveslerimle aklımın arasında kalır, çırpınır dururdum. Bu hâllerim hiç geçmeyecek sanıp ümitsizliğin girdabına düşer, içime kapanırdım.”
Yaşlı amca konuşmasına ara verip takkesini çıkardı. Başındaki ağarmış saçlarını şöyle bir sıvazladı. Sonra tekrar itina ile takkesini taktı. Anlatacaklarının geri kalanının önemini ihsas edercesine pencere pervazına iyice dayandı. Sağ elinin işaret parmağıyla sokağı göstererek
“Bak işte anlattığım tüm bu hâlleri yaşayanlar var etrafımızda… Gölgende oturan gençler ve onların hemen yanında genç fidanlar. Ne dersin sırf genç olmak için tekrar o günlere dönelim mi? Söyle bana dostum, sahiden bunu ister misin?”
Yaşlı amca arkasına dayandı, gözlerini kapayıp bir süre bekledi. Sonra sakince konuşmaya başladı.
“Ben istemem be dostum… İstemem. Bunca yıl kazandığım zorlu tecrübeler, günahların hücumundan kaçmalar, istikameti bulma çabaları, yorulmalar… Şükür ki bu imtihanın zorlu kısmı bitti. Hamdolsun. Tatlı neticeleri var elimizde. Sırf tekrar gençlikteki cüz’i lezzet için sil baştan yapmaya ne gerek var? Hem o cüz’i lezzete bedel inşaallah bâkî bir gençlik bizi bekliyor.
Sen ise o gençlik yıllarından bu zamana ne kadar geliştin, kök saldın, sağlamlaştın. Tüm o fırtınalar, yağmurlar, karlar seni güçlendirdi. Fidan değil çınarsın artık. Tekrar o ince, kırılgan hâline dönmek ister misin? Biliyorum sen de istemezsin…
Bize düşen dostum, bizden sonra ki genç lere yardımcı olmak. Geriye dönmeye çabalamak, çırpınmak değil. Sen yaprak yaprak tecrübelerini vereceksin gencecik fidanlara, bense avuç avuç şefkatli öğütler sunacağım torunlarıma.
Zamanı gelince onlar da biz gibi ellerindekilerini aktaracaklar bir sonraki kuşaklara. Bu böyle devam edip gidecek.
Ne dersin? Şimdi üzülmeli mi yoksa sevinmeli miyiz yaşlanıp, kocadığımıza?”
Yaşlı amca yanı başındaki sehpaya uzanıp bir kitap aldı. Şöyle bir karıştırdı. Yakın gözlüklerini takarak okumaya başladı.
“Elbette biz ihtiyarlar, gençlik iştihasıyla olan muvakkat bir zevk-i maddî yerine, manevî ve daimî ve mühim inayet-i İlahiyeden ve rikkat-i cinsiyeden gelen rahmet ve hürmet ve rahmet ve hürmetten neş’et eden ezvak-ı ruhaniyeyi alıyoruz. O halde biz bu ihtiyarlığımızı, yüz gençliğe değişmemeliyiz. Evet ben kendim sizi temin ediyorum ki: “Eski Said’in on senelik gençliğini bana verseler, ben şimdi Yeni Said’in bir senelik ihtiyarlığını vermeyeceğim.” Ben ihtiyarlığımdan razıyım, siz de razı olmalısınız.”1
Başını kitaptan kaldırıp gözlerini dostu çınara dikti yaşlı amca. Şu sözler döküldü dudaklarından neden sonra. “ Sadakte… Biz de razıyız Seydâ…”
Dipnot: 1. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar