Azametli, bahtsız bir kıt’anın; şanlı, talihsiz bir devletin; değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi, ittihad-ı İslâmdır.
(Bediüzzaman Said Nursî/ Hakikat Çekirdekleri)
Bu zamanın en büyük farz vazîfesi, ittihad-ı İslâmdır. İttihadın hedef ve maksadı; o kadar uzun, münşaib, muhit, merâkiz ve maâbid-i İslâmiyeyi birbirine rabt ettiren bir silsile-i nuraniyi ihtizaza getirmekle onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-ı terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir. Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husumet ise, cehalet ve zaruret nifakadır. Gayr-i müslimler emin olsunlar ki bu ittihadımız bu üç sıfata hücumdur.
(Bediüzzaman Said Nursî/ Hutbe-i Şamiye)
İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir.
(Bediüzzaman Said Nursî/ Mektubat)
İstikbale karşı ehl-i iman ve İslâm için böyle maddî ve mânevî terakkiyata vesile ve kuvvetli, sarsılmaz esbab varken ve demiryolu gibi istikbal saadetine yol açıldığı halde, nasıl meyus olup ye’se düşüyorsunuz ve âlem-i İslâmın kuvve-i mâneviyesini de kırıyorsunuz? Ve yeis ve ümitsizlikle zannediyorsunuz ki, “Dünya herkese ve ecnebilere terakki dünyasıdır. Fakat, yalnız biçare ehl-i İslâm için tedennî dünyası oldu” diye pek yanlış bir hatâya düşüyorsunuz.
Yeis en dehşetli bir hastalıktır ki, âlem-i İslâm’ın kalbine girmiş. İşte o yeistir ki bizi öldürmüş gibi, garpta bir-iki milyonluk küçük bir devlet, şarkta yirmi milyon Müslümanları kendine hizmetkâr ve vatanlarını müstemleke hükmüne getirmiş. Hem o yeistir ki, yüksek ahlâkımızı öldürmüş, menfaat-i umumiyeyi bırakıp menfaat-ı şahsiyeye nazarımızı hasrettirmiş. Hem o yeistir ki, kuvve-i mâneviyemizi kırmış. Az bir kuvvetle, imandan gelen kuvve-i mâneviye ile şarktan garba kadar istilâ ettiği halde, o kuvve-i mâneviye-i harika meyusiyetle kırıldığı için, zâlim ecnebîler dört yüz seneden beri üç yüz milyon Müslüman’ı kendilerine esir etmiş. Hattâ bu yeisle, başkasının lâkaytlığını ve füturunu kendi tembelliğine özür zannedip neme lâzım der, “Herkes benim gibi berbattır” diye şehamet-i imaniyeyi terk edip hizmet-i İslâmiyeyi yapmıyor. Madem bu derece bu hastalık bize bu zulmü etmiş, bizi öldürüyor. Biz de o kàtilimizden kısasımızı alıp öldüreceğiz. “Rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz.” (Zümer Sûresi, 39:53) kılıcıyla o yeisin başını parçalayacağız. “Tamamı elde edilemeyen şeyin, tamamı terk edilmez.” hadisinin hakikatiyle belini kıracağız inşallah. Yeis, ümmetlerin, milletlerin “seretan” denilen en dehşetli bir hastalığıdır. Ve kemalâta mâni ve “Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.” hakikatine muhaliftir; korkak, aşağı ve âcizlerin şe’nidir, bahaneleridir. Şehamet-i İslâmiyenin şe’ni değildir. Hususan Arap gibi nev-i beşerde medar-ı iftihar yüksek seciyelerle mümtâz bir kavmin şe’ni olamaz. Âlem-i İslâm milletleri Arabın metanetinden ders almışlar. İnşaallah, yine Araplar ye’si bırakıp, İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakikî bir tesânüd ve ittifak ile el ele verip Kur’ân’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilân edeceklerdir.
(Bediüzzaman Said Nursî/ Hutbe-i Şamiye)
“Şu iki cereyan birbirine zıt, hedefleri zıt, menfaatleri zıt olduğundan, birincisi dese ‘Öl!’; diğeri diyecek ‘Diril!’ Birinin menfaati zarar, ihtilaf, tedenni, zaaf, uyumamızı istilzam ettiği gibi; ötekinin menfaati dahi kuvvetimizi, ittihadımızı bizzarûre iktiza eder. Şark husûmeti İslâm inkişafını boğuyordu; zail oldu ve olmalı. Garb husûmeti, İslâm’ın ittihadına, uhuvvetin inkişafına en müessir sebeptir, bakî kalmalı.” Birden o meclisten tasdik emareleri tezahür etti.
Dediler: “Evet, ümitvar olunuz; şu istikbal inkılabı içinde en yüksek gür sada, İslâm’ın sadası olacaktır!”
(Bediüzzaman Said Nursî/ Tarihçe-i Hayat)
“Böylece onların üzerine bir zillet ve yoksulluk damgası vuruldu.”(Bakara Sûresi; 61.) âyet-i celilesinin bir nüktesi;
Aziz Nur kumandanı ve Kur’ân’ın hâdimi kardeşim Refet Bey,
Yahudi milleti hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için, her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstehak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde; hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-yı Benî İsrailiyenin mezaristanı olan Filistin, o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette bir ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından, çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa, koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.
(Bediüzzaman Said Nursî/ Şuâlar)
“Onların üzerine bir zillet ve yoksulluk damgası vuruldu.” (Bakara Sûresi, 61.) şu ünvanla, o milletin mukadderât-ı istikbaliyesini umumî bir surette ifade eder. İşte, şu milletin seciyelerinde ve mukadderatında münderiç olan şöyle müthiş desatir içindir ki, Kur’ân onlara karşı pek şiddetli davranıyor, dehşetli sille-i tedip vuruyor.
(Bediüzzaman Said Nursî/ Sözler)
Lügatçe:
Münşaib: Şubelenen, dallanan, çatallanan, kollara ayrılan, ayrılmış.
Merâkiz: Merkezler, karargâhlar, karar yerleri.
Hahiş: Fazla arzu, isteyiş.
İhtiza: Ateş yakıp alevlendirme.