Bahar olanda açılan her bir filiz, dokunan her bir yaprak, bir çayırda, bir su başında, yıkılmakta olan bir duvar üstünde, yığılmış bir toprak kümesinde tohum tutmuş her bir çiçek, âleme rengarenk gözleri ile bakarken; hem bakıyor, hem de ‘’Bana bak, beni yaratıcım namına gör’’ demiyor mu? El değmemiş emsalsiz güzelliklerden haber vermiyor mu?
Yağmur damlaları, kar taneleri yere inerken, bir rahmet duası ile aynı anda kalplerimize düşüp, en taşlaşmış kalpleri dahi yumuşatmıyor mu?
Henüz hidayete ermiş bir kişinin gözlerinden dökülen yaşlar, mânâda dirilişin muhteşem gümbürtüsünden haber vermiyor mu? Zira bir kalbin dirilişi; kainat çapında bir çalkalanışın ihtizazı ile insan denilen mahlukun aslına dönmesinin, Rabbini bilmesinin habercisi ise, elbette onun gözünden dökülen yaşlar, bir kalpteki manevi bahar dirilişinin müjdecisidir.
Şehirler ne kadar sisli puslu, ne denli karışık ve gürültülü, insanlar bin bir sıfatla birbirini suçluyor görünse de, görmek duymak isteyene; bir güzel huy, bir güzel söz, bir tebessüm, bir iyi niyet, bir küçük hayır yine de büyük görünür. Temelde bir kaç sağlam taş bulunsa, bir arkeolog dikkati ile yeni bir imar hareketini oluşturmaya başlar varlığında bütün bunlar. Hiç bir şeyi küçük görmeyin. Öylesine küçük şeyler var ki, birleşince nice büyük şeyleri oluşturur.
Kalpler, gözler kapanmış demeyin. Belki siz o kalbe hangi kapıdan girileceğini bilmiyorsunuz. Her kalbin açık bir kapısı, her gözün kalbe ulaştıran bir yolu vardır. Sizin de kalbiniz asla kapalı değildir. Onu ısrarla kapalı tutan sizsiniz. Bir kurak toprağa bir tohum düşmüştür. Yıllarca yağmur almamıştır. Bir gün, az da olsa bir yağmur alır ve hemen dirilişi gerçekleşiverir. Mademki insansın, madem ki sende yaratılış itibari ile çok cevherler var, bir gün belki sadece bir tek söz ile dirilişe geçebilirsin. Kulağın, gözün gönlün açık olsun yeter ki…
Şu iki sıralı apartmanların arasında giden daracık caddede, birbirine girmiş araba yığınlarının, insanın düşünme gücünü yok edip, gözünü kör ettiği hengamda; işte bakın, şu apartman köşeciğinde bulduğu bir avuç toprağa kök atmış sarı papatya diyor ki; ‘’Benim görevim, ne olursa olsun tohum atıp, kök salmak, çiçeklerimi açıp Rabbimi övmek ve bütün insanlara O’nun san’atını, yüce sıfatlarını ve isimlerini okutturmak…Yer beğenmemek gibi bir durumum yok. Görev için hangi mekan verildi ise, hemen görevime başlamak benim işim. O vardır ve birdir. Ben de O’nu okutturan bir mektubum. Ben hep bu hakikatleri anlatacağım. Okuyan olsa da olmasa da. Benim görevim sadece tebliğ. Benim gibi nice beliğ tebliğler var. Eğer okumasını bilirseniz…’’
‘’Siz ey insanoğlu, nedir telaşınız, şikayetiniz, karamsarlığınız? O var! O her yerde var. Size şah damarınızdan daha yakın. Sizi meydana getiren her zerreyi, her yapı taşını, O yerleştirmiş. Yaratılışınıza başka biri asla müdahale etmemiş. Siz O’nun eserisiniz. Niçin O’na teveccüh etmiyorsunuz? Niçin O’nu tanımaya çalışmıyorsunuz? Zira O’nu tanımazsanız, kendinizi de tanıyamaz, okuyamazsınız…’’
Sarı papatya konuşmaya devam ederek; ‘’Beni her an hoyrat bir el koparabilir. Bir ayak çiğneyebilir, biri gelip daha tohum tutamadan kökleyebilir, Şu anda bunları hiç düşünmüyorum. Ben ömrüm oldukça O’nu zikredip, O’nu övmeye devam edeceğim. O’nu bütün isimleriyle okutturup, varlığını bütün aleme ilan etmek benim görevim. Bunun dışında hiç bir şey düşünemiyorum.’’
İşte görebilsen, duyabilsen bir sarı papatyacık bile neler konuşur. Yeter ki sen kalbini kulağını kapalı tutma. Aleme ibret nazarlarıyla bak ve her hikmetli fısıltıyı duymaya çalış. Bahar gibi senin de ardı ardına dirilişlerin gerçekleşsin.