Kapak

İnsanlığın özlemi, ‘adalet’

 

Fertlerin bir araya gelmesi içtimaî hayatı oluş­turur. İçtimaî hayatta adaletin hükmedebilmesi için şüphesiz, evvelâ fertler şahsî hayatlarında adalet kavramını oturtmaları gerekir. Ferdin hayatına ada­leti yerleştirebilmesi de ancak kulluk yani ubudiyet şuuru ile olacaktır.

İnsana verilen istidat, duygu, kabiliyet, akıl ve hislerini hangi sınırda kullanacağı işte bu noktada önemlidir. Namazda okunması vâcib olan Fatiha sûresinin “İhdinassıratalmüstakım” (Bizi doğru yola ilet.) meâlindeki bu âyet bize aslında istikâmet tab­losunu çizmekte ve sınırlarımızı göstermektedir.

Bediüzzaman Hazretleri insandaki bu üç kuvve­ye yaradılışça bir sınır ve had konulmadığını, ancak şeriatın bu duygu ve kuvvelere bir çizgi çizdiğini söyler. Bu kuvvelerden birincisi kuvve-i akliyedir. İyi ve kötüyü, yararlı ve zararlı olanı birbirinden ayırt edebilmemiz için bize verilmiştir. Fakat bu kuvve aşırı yani ifrat derecede kullanılınca hakkı batıl, ba­tılı hak suretinde gösteren aldatıcı bir zekâya sahip olunur ki bu da cerbezedir. Normalden aşağı yani tefrit hâli de gabavettir ki hiçbir şeyden haberi ol­mamaktır. Kuvve-i akliyenin vasat yani orta dere­cesi ise hikmet hâlidir. Hakkı hak bilir imtisal eder, uygular; batılı batıl bilir içtinap eder çekinir, uzak durur. Ve bu hâl tam istikâmettir…

İkinci kuvve kuvve-i şeheviyedir ki yararlı şeyleri kendine çekmek manasındadır. İfrat; aşırı hâli fü­curdur. Namusları ve ırzları payimal eder, ayaklar al­tına alır. Tefrit; normalden aşağı hâli humuddur. Ne helâle, ne de harama iştihası olmama hâlidir. Orta yol hükmünde olan vasat yani istikâmet ise iffettir. Helâle iştihası var. Harama ise yoktur.

En son kuvve-i gadabiye ise zararlı şeyleri ken­dimizden uzaklaştırmak için bize verilmiştir. İfrat hâli tehevvürdür. Yani aşırı öfkelenme hâlidir. Öyle ki maddi ve manevi hiçbir şeyden korkmaz. Çok za­rarlı ve zulümlü neticelere sebep olur. Tüm istibdat ve tahakkümler bu duyguyu yanlış kullanmaktan meydana gelir. Tefrit hâli cebânettir. Korkulma­yacak şeyden bile korkma hâlidir. Bu hâl de elemli ve üzücü zillete sebeptir. İstikamet olan vasat ise şecaattir. Dinin hukukunu korumak için canını fedâ eder. Fakat meşru olmayan hiçbir şeye karışmaz. Yani müspet hareket etmektir.

İşte kişi kendisindeki bu kuvvelerini istikâmet­te kullanarak ism-i Adl’i şahsî hayatında yansıtmış olur. Ve bu hâl de şüphesiz topluma sirâyet edecek­tir. Zirâ en başta söylediğimiz gibi toplum fertler­den oluşmaktadır. Toplumdaki adaletin oluşması da fertlerden başlayacaktır. Bu hâlin en güzel ör­neği şüphesiz kâinatın Efendisi Peygamberimizdir (asm). En güzel ahlâk olan Kur’ân ahlâkını ilk önce kendisi yaşamış ve bizzat yaşadığı topluma ve sonraki nesillere “istikâmet” hâliyle örnek olmuştur. Şahsî hayatından başlayarak; aile, akraba, kavim ve devletler arasında adaleti en güzel bir şekilde yaşa­mış ve yaşatmıştır.

Peygamber olarak gönderildiği kavim inatçı, gaddar, zâlim, adaleti hiçe sayar olmasına rağmen O (asm) tebliğini yapmıştır. Tebliğini yaparken ise ilk önce fertlerden başlamıştır. Toplum geneline bu şekilde İslâmiyet yayılmıştır.

Şahıslara yaptığı tebliğ aslında bir terbiye me­todu olmuştur. Zira O (asm) kişilerin akıl, kalp, ruh ve nefislerini feth ve teshir eylemiştir. Bunun neticesinde de o kişilerdeki (yani sahabelerdeki) hasletler umuma sirâyet etmiş ve onlar da toplu­ma mahbub-u kulûp (kalplerin sevgilisi), muallim-i ukul (akılların öğretmeni), mürebbi-i nüfus (nefis­lerin terbiyecisi), sultan-ı ervah (ruhların sultanı) olmuşlardır. Şahısta başlayan bu gönül fethi umu­ma yansımıştır. Aklı, kalbi, ruhu, nefsi iman haki­katleriyle feth olunan sahabeler başka gönülleri de feth etmiştir. Ve insanlığın en büyük özlemi olan “saadet” i bu asır kendine sıfat yapmış, Asr-ı Saa­det olmuştur…

Toplumsal anlamda adaletin mü­kemmel bir şekilde sağlandığı bu asırda mü’minler arasında “biz” bilinci tam mânâsıyla bulunmak­tadır.  Yine Fatiha Sûresinde “ İy­yakenabuduveiyyakenestain” (Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım dileriz.) mealinde­ki ayette “na’budu” (biz) kelimesini sahabeler hayatlarında mihrak noktası yap­mışlardır. Bu bilinçle onlar kardeş hakkına girmek­ten korkmuş, hatta nefislerinden önce kardeşlerinin haklarını koruma fedakârlığını göstermişlerdir. “Kar­deşinde fâni olmak” veya “tefâni” olarak da isimlen­dirilen bu sahabe hasleti elbette toplumda adaletin temellenmesine en büyük vesile olmuştur. Bu “biz” bilinci sayesinde toplumdaki diğer şahısların hakkı­na tecâvüz ve ölçüyü aşmak olan gıybet, su-i zân, ucub, gurur, kibir, yalan söylemek, kin, adavet gibi hâllerden tamamen uzaklaşmışlardır. Aynı zamanda adalet Peygamberi Efendimizin (asm) emrine uya­rak ribâdan (fâiz) uzak durmuş ve zekâtı vermişler­dir. Çünkü fâiz anarşinin ve toplumsal bozulmanın sebebidir.

Alt tabaka ile üst tabaka, yani geliri az ile çok olan arasında zekât bir “kantara” (köprü) dır. Bu köp­rü yıkılır ve başkalarının emeğini yemek anlamında olan fâiz toplumda olursa, orada adalet olmadığı gibi anarşi de baş gösterir.

Peygamberimizin (asm) adaleti yaşaması ve tavsiyesi ömrünün başından en sonuna kadar sür­müştür. Veda Hutbesi’nde yine şahısta ve toplumda adaleti vurgulamıştır. Ve bu sesleniş sadece Müslü­manlara değil tüm insanlara olmuştur.

“Ey insanlar! Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise toprak­tandır. Arabın Arap olmayana Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı ten­linin siyah üzerine siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Al­lah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli ola­nınız O’ndan en çok korkanınızdır. Azası kesik siyahî bir köle başınıza amir olarak tayin edilse sizi Allah’ın kitabı ile idare ederse onu dinleyiniz ve itaat edi­niz. Suçlu kendi suçundan başkası ile suçlanamaz. Baba oğlunun suçu oğlu da babasının suçu üzerine suçlanamaz. Dikkat ediniz! Şu dört şeyi kesinlikle yapmayacaksınız: Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaya­caksınız. Allah’ın haram ve dokunulmaz kıldığı canı haksız yere öldürmeyeceksiniz. Zinâ etme­yeceksiniz. Hırsızlık yapmayacaksınız.”

Peygamberimizin (asm) adalet kavramını sadece insanlar arasında değil, hayvanlar ve bitkilere mua­mele için de belirtmiş ve ism-i Adl’e en güzel bir şekilde örnek olmuştur. Bir hadîsinde; “Bir yere savaş açtığı­nızda ağaçlara zarar vermeyin, suları kirletmeyin, kuşları öldürmeyin, yaşlılara çocuklara zulmetmeyin, esirlerinize kendiniz ne kadar yemek yiyorsanız o kadar yemek verin. O esir sizden birine eğitim veriyorsa onu azad edin” bu­yurarak toplumda en ince noktalarda dahi adaleti sağlamıştır.

Tüm bu saydığımız şahsî ve içtimaî adalet hâli Asr-ı Saadette hüküm sürmüş. Tâ ki beşinci hali­fe Hz. Hasan’a (ra) kadar. Şahsî çıkarlar artıp, “biz” kavramından uzaklaşarak “ben”ler kabardıkça top­lumda da adalet zayıflamaya başlamıştır. Zulüm, tarafgirlik, menfî milliyetçilik baş göstermiştir. Gü­nümüzde ise bu menfî hâller ayyuka çıkmış, toplum adaleti özler hâle gelmiştir.

Adalete olan bu özlemi giderebilmenin, şahsî ve içtimaî hayata tekrar geçirebilmenin tek yolu Asr-ı Saadeti örnek almak ve Sünnet-i Seniyyeye uymaktır.

Kardeş kanı dökülmesin diyerek şahsî fedâkârlık­ta bulunup halîfelik makamını bırakan beşinci halîfe Hz. Hasan’ın (ra) yarım bıraktığı halîfeliğini, manen devam ettiren Risâle-i Nur ise, bize Asr-ı Saadeti günümüzde yaşama formülünü vermektedir.

Risâle-i Nur yolu, Sünnet-i Seniyyeyi hayatın mih­rak noktasına koyup, adalet Peygamberine (asm) tâbi olan sahabeleri numune-i imtisal etmektir. Bu sebeple Risâle-i Nur mesleğinde “sahabe mesleği” hâsiyeti vardır. Sahabe mesleği olan bu Nur mesleği şahsî ve içtimaî hayatta adalet hakikatinin yaşan­masını düstur edinmiştir.

Çevremize ve toplumumuza bakıp adaletten ne kadar çok uzaklaştığımızı düşünüp hüzünlenebilir, ümitsizliğe düşebiliriz. Fakat unutmayalım ki top­lumu değiştirecek olan şahıslardır. Şahıstaki adalet umuma yansıyacaktır. Biz önce kendimizden başla­malıyız adalet hakikatini yaşamaya. Zirâ biz kendi­mizden mes’ûlüz.

Bediüzzaman Hazretlerinin Nurun kumandanı dediği Zübeyir Gündüzalp’in söylediği gibi; “Sen de­ğişirsen, dünya değişir!”

O hâlde, gayret bizden tevfîk Allah’tan…

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*