Kalbim dağların zirvelerini özledi gene. Bütün ince ve güzel hissiyatlarımı da beraberimde tutarak, ta zirvedeki bir minik sarı çiçeğin yanına vardım. Taklidi imkansız şu göz pencerelerinden kâinata nazar et. İster yakına, ister uzağa. Her bir tefekkürün seni Allah’a biraz daha yaklaştırır. Ben de hayalimde kendisini bana hiç unutturmayan minik sarı çiçeğimin başındayım.
O küçük sarı çiçek, hayatı verenin, eşsiz san’atının emsalsiz nakışlarıyla süslenmiş güzel ve nazenin bir mektuptur. Kendini San’atkârı namına okutturmak için, yaratıcısı tarafından; rengin, nakşın, nurun, ilmin, inceliklerin, güzelliklerin her türlü fevkaladelikleri ile süslenmiştir.
Rabbimizin güzel isimlerinin iktiza ettiği kusursuzluğun, üstünlüğün, cilvelenişin, parıldayışın, sessiz ama tesirli lisanı ile bizi çağıran ve kimin eseri olduğunu apaçık okutturan bir mektup olarak, Rabbimizin taklit edilemez bir mührüdür, o küçük sarı çiçek… Benim hafızamdaki bir köşeye de mührünü basmış ki, ben onu hep hatırlıyorum.
İşte mini minnacık bir mektup daha. Şu küçücük sineği görüyor musun? İşte, şu çiçeğin yaprağı üzerinde. Çok mu küçücük? Hâlâ seçemedin mi? Hah nihayet gördün değil mi? Toz zerresi gibi. Şu küçücük uzuvların, bu toz zerresi kadarcık bedendeki intizamlı yerleştirilişine bak! İhmal edilmiş bir uzvu var mı? Mesela midesi, gözü, kanadı ve diğer uzuvları! Ne kadar rahat hareket ediyor. Uçuş halinde iken ne kıvrak manevralar yapıyor.
Hayat, o minicik hayvancığı nasıl da üstün bir mevkie çıkarmış. O dahi sahibini binler lisanlar ile anlatan eşsiz bir mektuptur. Onu öylesine övüyor ki, her bir övgüsü ayrı bir kaside oluyor. Bu övgü hiç durmamacasına devam ediyor.
Rabbini öven bu mektup ve mektupçuklar, o kadar çok ki, saymakla bitmez. Hadsiz kuş ve kuşçuklar, sayısız sinek ve sinekçikler, yüz binlerce cins çiçek ve ağaçlar, üstün ve kusursuz yaratılışta yüz binler hayvanlar ve hayvancıklar… Akarsular, denizler, dağlar, ay, güneş ve yıldızlar… Kâinatı kusursuz bir intizam ile dolduran hadsiz yıldız grupları ve galaksiler. Bildiklerimiz ve bilemediklerimiz… Gördüklerimiz ve göremediklerimiz, O eşsiz San’atkârın bir davet mektubudur.
Kimedir bu davet? İnsana! Niçin? Ebedi bir saadet, ebedi bir sohbet için… Kiminle? Başta Peygamberimiz (asm) olmak üzere, bütün peygamberler ve onlara tabi olan nuranî, üstün zatlar ve Rabbinin razılığını kazanmış bütün kulları ile birlikte… Üstelik Rabbini görebilme şerefine de nail olmuşsa, daha ne ister?
Eğer siz ebedi bir cennette, tükenmez bir saadete bir davetiye alsanız, bir değil, sayısız şekilde davet edilseniz, üstelik; o davet eden eşsiz zatı da tanıyacağınız, göreceğiniz müjdelense, lakayt kalır mısınız? O davetiyelere hiç mi dikkat etmez, hiç mi bakmazsınız?
Peygamberimiz (asm) şu kâinatın sırlarını bize Kur’ân-ı Kerim ile açıyor. Kur’ân’ın cisimlenmiş bir tefsiri suretini alan şu kâinatı bir kitap gibi bize okutturuyor. Kimi bazen şirin hoş bir sahife, kimi haşmetiyle kalb titreten bir âlem suretindedir. Bütün bu âlemlerin merkezinde kim vardır bilir misiniz? İnsan!
İnsan öylesine yaratılmıştır ki, kendisine verilmiş olan cihazlar, duygu hissiyat ve hissiyatlar; iman ve İslâm ile nurlanıp, kâinatın ince, çok ince sırlarını açan bir anahtar suretine büründüğü zaman, Rabbin güzel isimlerini ve onlardaki hazineleri keşfetmeye başlar. Varlığı bu isimler ile muhatap olunca, baştan başa dirilir ve sırlarını açığa vuran, şifreleri çözülmüş bir kitap gibi kendini okumaya ve anlamaya başlar. İnsan kimin eseri olduğunu bilir. Artık ister kendine nazar etsin, ister kâinata. İster çiçeğe, ister böceğe. İster zerreye, ister atoma, isterse atomun en küçük parçacığına! Her an Rabbi ile beraberdir ve bu beraberlik için, hiçbir şekilde zorlanmaz.
Tefekkür, hayat ile birlikte onu sarar ve insan yaşadığı her anında, eline tespihi alıp, sabahtan akşama kadar çekemeyeceği miktarda, Rabbini zikretmiş olur. Bütün hissiyatı bundan ayrı ayrı gıdalarını alır, sarsılmaz, kavi bir imanla birlikte, ölüm kapısından selametle geçip, ebedi saadetine ve Rabbine kavuşur. Her an onu aradığı, her an O’nu arzuladığı, daima O’nu zikrettiği Rabbine kavuştuğu an, artık o saadeti tarif edebilecek bir kelime bulabilmek güçtür. Çünkü içinde bulunulan bu hal, saadetin ta kendisidir.
Seviyorum deyip, buna lakayt kalmak başkadır, sevgiyi içinde duymak, onu bütün hissiyatı ile yaşamak ve bu sevgiden hasıl olan mutluluğu tatmak başkadır. Her şey, Rabbini gerçek manâda sevmekle başlayan mutluluğu tatmakla başkalaşır, güzelleşir. Kalbimize sunulmuş çeşit çeşit sevmekler; Rabbin eşsiz sevgisine ulaştıran basamaklar suretindedir.
Sevginin insana bir ızdırap, bir yük olmaması için mahiyeti bilinmeli, “Muhatap olduğum bu sevginin, Allah için olması, O’na ulaştırması ve mahiyetinin bilinmesi için ne yapmalıyım?” demeliyiz. Bunun cevabını, en güzel şekilde o sevgileri yaratıp, kalbimize dolduran verecektir.
Mesela, hayatı sevmek mevzuunu ele alalım. Hayat nedir? Hayat ile kıymetlenen ve şu kâinatın kıymettar ve güzel bir çiçeği halinde bize tebessüm eden, dikkatimizi çekerek, bize kendilerini okutturmak isteyen, harika bir mektup suretindeki bu san’at eserleri kimindir?
Kimi anlatmak, kimi okutturmak, kimden haber vermek istiyorlar?
Ki O, bizi dahi, bir zerre üzerinde bir saray gibi bina edip, duygularla mücehhez kıldıktan sonra, kendi zatındaki güzellik ve gizlilikleri anlayabilmemiz için; bizi, bu muhteşem kâinatın çekirdeği sayılan dünya misafirhanesinde, mümtaz bir mevkie oturtup, ebedi sohbetinin başlangıcına kalbimizi müheyya kılmıştır.
Bu kalb sadece bir et parçası değildir. Rabbimizle olan manevi, eşsiz ve hazzı tarifsiz sohbetin başlangıç mahallidir. Kalb O’ nu arar. Akıl O’nu sorar. İnsandaki bütün hissiyatlar O’nunla açılır, keşfedilir, her şey gerçek değerini bulur.” bomboş. Aradığımı bulamadım, hissiyatlarımı doyuramadım.” diyenlerin aradığı O’dur.
Kendini düşün! Hissiyatlarını tart! Varlığının harikulade yaratılışına dikkat et! Senin san’atkârın kim? O’nu tanımak, O’nu aramak, O’na yönelmek sana zor olmasa gerek. Zaten sen bütün varlığın ile, her daim saadetinin yegâne membaı olan O Zatı sormaktasın. Bütün hissiyatların ile kalbine dön. Gizli bir derinlikteki ince, ipince bir fısıltının Allah! Allah! dediğini duyacaksın. O’na dönme vaktin gelmedi mi?