İlişkilerimiz içerisinde belli sınırlar koymak ve bunları korumak noktasında sıkıntı yaşayabiliyor, birine ‘Hayır’ demekten hicab duyabiliyoruz. Halbuki ilişkilerde ve iletişimde belirlenecek sınırlar, hem sizi, hem muhatabınızı, hem de ilişkinizi korumaya alıyor. Nasıl mı? Uzm. Psk. Esra Oras cevapladı…
İlk olarak kişisel sınırlarımız nedir? Nerde başlar, nasıl belirlenmesi gerekir?
Günlük hayatımızdaki iletişimimizde, durmamız gereken yeri bilmek, ölçülerimizi belirlemek çok önemli. ‘Sınır’ kelimesinden en çok anlamamız gereken eş anlamlı kelime ‘ölçü’ kelimesidir. Neyi ne kadar yaptığımız, verdiğimiz, beklediğimiz ve neyi ne kadar aldığımız aslında ilişkilerimizde sınırları belirleyen şey. Karşımızdaki insan hangi sosyo-ekonomik kültürden gelirse gelsin, eğitim düzeyi ne olursa olsun, ilişkilerdeki sınırlılık öğrenilen bir şeydir. Bunu da çevresel deneyimler ve kişinin karakteristik özellikleri belirliyor. Ama en önemlisi kişinin değerleri burada ölçüt oluyor. Yani nasıl biri olmak istediği, bu hayatı nasıl sürdürmek istediği, bize ilişkilerinde sınırlarını belirlemesi gereken yeri gösteriyor. Fakat günlük hayatımızda, genellikle ilişkilerimizde öğrendiklerimiz üzerinden bazı kalıplar uyguluyoruz. Sıklıkla problem yaşadığımızda da genellikle karşı tarafı, muhatabımızı bundan sorumlu tutuyoruz. Oysa aslında durum biraz bizim ölçüsüzlüğümüzle alakalı. Benim bu noktadaki en önemli tavsiyem kişinin kendisine dışarıdan bakmayı öğrenmesi. Zira durması gereken yeri bilebilmesi için önce kendine dışarıdan objektif bir şekilde bakması lazım.
Çok sert sınırlar çizmek de tahrip edici oluyor. Engin Geçtan’ın kitabında geçen kirpi meselesi güzel bir örnek bu anlamda.
Evet çok sevdiğim bir örnektir. Tekrar edecek olacak olursak; “İnsanlar kirpi gibidir. İlişkiler içerisinde, birbirlerine iğneleri batmadan durması gereken sınırı öğrenemezler.” diyordu kitabında. Gerçekten o kadar doğru bir söz ki. Burada sınır dediğimiz şey kural değildir. Bizim her ilişkimiz biriciktir ve her ilişkide ayrı taraflarımızı ortaya koyabiliyoruz. Her ilişkinizde aynı sınır, aynı katı kurallarla yürürsek, öfke problemiyle başa çıkmak durumunda kalırız. Sınırlarımızı ne çok esnek ne de çok katılaştırmalıyız. Bu noktada üslup çok belirleyici oluyor. Neyi nasıl anlattığımız, söylediğimiz, karşı tarafı kırmadan incitmeden meramımızı dile getirmemiz çok önemli. Bu aslında o kadar çok bizi kurtaran bir şey ki, okuyucularımıza buna dikkat etmelerini, bilhassa tavsiye ediyorum. İlişkilerde sınır problemini aslında en çok diyalog şeklinde biz görüyoruz. Kişi aramaması gereken saatte arayabiliyor, istememesi gereken şeyleri karşı taraftan isteyebiliyor, vermemesi gereken ölçüde fazlasıyla hayatından feragatte bulunabiliyor. Bütün bunları yaparken bunları aslında doğru şekilde anlatamıyor ya da kendisini doğru bir şekilde ifade edemiyor. Haliyle muhatabıyla ciddi problemler yaşayabiliyor. Dolayısıyla da neyi ne kadar vermemiz gerektiğini, nerde nasıl durmamız gerektiğini doğru şekilde, duygu dili ile karşı tarafı yargılamadan eleştirmeden, kendi meramımızı anlatmaya çalışırsak, bence bu noktada bir bariyeri aşmış oluruz diye düşünüyorum.
Çocuklar noktasında da çok önemli olmalı. Belki bir anne, babanın evladına verebileceği en güzel hediyelerden biri bu değil mi?
Kesinlikle çok doğru. Biz anne, babaların en önemli amacı, bu hayatta onlara doğru örnek olmak, olmalı diye düşünüyorum. Zira biz durmamız gereken yeri bilirsek, neyi nasıl anlattığımızı, neyi nasıl ifade etmemiz gerektiğini, iyi kötü bir şekilde gidermeye çalışırsak, muhakkak bu çocuğumuza da aşılanacaktır. Çocuk psikologlarından çok sık duyduğumuz bir düstur vardır; “Çocuklar tamamen özgür olmak istemezler. Onları belirli bir sınır çizin ve onun içerisinde özgür bırakın” Şimdi bu düstur aslında hepimiz için geçerli. Evet doğru artık çocuk değiliz, birer yetişkiniz. Fakat aslında biz insanoğlu olarak tamamen özgür bir alandan çok da hoşlanmıyoruz. Sınırlarını bilen, sınırları ölçüsünde hareket eden, ilişkilerinde belirli bir tahammülü aşmayan insanlara bir dikkat edersek, onlara çok fazla saygı duyuyoruz aslında. Bu söylediğim şöyle anlaşılmasın; sınırdan kastettiğimiz şey insanlara gerçekten kaskatı çizgiler çekmek değil. İlişkilerdeki karşılıklılık ilkesi. Peki nasıl bir şey bu karşılıklılık ilkesi?
Mesela diyelim ki karşı tarafın bana verecek hiçbir şeyi yok ve ben onunla bir şekilde karşılıklı dostluk sürdürmeye çalışıyorum. Sürekli o istemediği halde heybemdekilerden ona sunuyorum. Derdim ona yardımcı olmak gibi gözükse de ben bir insanım ve beklentiye giriyorum. Bu defa karşı tarafın bana ‘hayır’ deme lüksünü elinden almış oluyorum. Çünkü bana borçlu hissetmeye başlıyor kendisini. Dolayısıyla karşı tarafa hakikaten bize ödeyemeyeceği kadar büyük iyilikler yapmamamız gerekiyor. Tabi ki bir vakıf gönüllüsü isek durum farklı. Kendimizi bir ilişkiye vakfetmişsek, örneğin bir çocuğu koruma altına ya da bir aileyi gözetimimiz altına almışızdır. Bir dostumuza kendimizi vakfetmişizdir. Ondan beklentimiz yoktur. Tek amacımız sadece onu mutlu etmektir, onun ihtiyaçlarını karşılamaktır. Bunu ayrı tutuyorum. Fakat birebir diyaloglarımızda, dostlarımızda, iş arkadaşlarımızda, normal arkadaşlıklarımızda, akraba ilişkilerimizde karşılıklılık ilkesini çok fazla ezdiğimiz zaman, muhakkak bir hayal kırıklığına uğratılıyoruz. Ve de üstüne muhatabımızı bundan sorumlu tutuyoruz. Sonrasında da ağzımızdan şöyle bir cümle çıkıyor; “Bundan sonra beklentiye girmeyeceğim. Kimseden hiçbir şey beklemeyeceğim.” Şimdi bu bir kere hiç gerçekçi bir amaç değil siz de takdir edersiniz ki. Çünkü bizler insanız ve elbette bir şeyler beklemek durumundayız. Fakat neyi ne kadar yaparsak, hangi ölçüde yaparsak aslında karşı taraftan da beklentimiz o ölçüde olacaktır. Bu da ister istemez hem bizi koruyacak, hem de karşımızdaki muhatabımızı kaybetmemiş olacağız.
Tekrar özetleyecek olursak karşı tarafa onun bize sunabileceğinden fazlasını vermemeye gayret göstermeliyiz. Ama şöyle bir durum var. Diyelim ki ben çok misafirperver bir insanım her gelen misafirime çok fazla çeşit yemek sunuyorum. Şimdi karşı taraf yapsa da yapmasa da beni hiç alakadar etmiyor. Bu benim kendi değerlerimle ilgili bir şey. Karşı taraf bunu yapmasa da kırılmıyorsam bunda bir mesele yok. Fakat kendimi orada tartacağım. Şayet ben yaptığım ölçüde olmasa da, karşılığını bekliyorsam, yaptığımın ölçütünü kontrol etmemde fayda var. Hiç yapmayalım demiyorum ama karşı tarafı kaybedeceğim, onu riske atacağım ölçüde verici olmalıyım gibi bir tavsiyem var.
İnsanları kaybetmekten korkmuyoruz!
Burada şundan da bahsetmek isterim. İnsanları kaybetmekten korkmuyoruz artık. Yani çok çabuk insanların üstünü çiziyoruz. Kötü, yanlış, düşüncesiz diye çok kolay etiketliyoruz. Tabi ki de ben demiyorum ki herkesi hayatımızda tutalım, sorunları, problem etmeyelim. Kesinlikle böyle anlaşılmasın, ama bu kadar da kolay üstüne çarpıyı atmayalım diyorum. İşte bu yüzden sınırlarımızı bilmek çok önemli ki karşımızdakini de kaybetmeyelim. Bir ilişkimiz daha elimizden çıkmasın. Çünkü bizim birbirimize ihtiyacımız var. Dost kolay bulunan bir şey değil. Öyle değil mi? Dostlar, güzel insanlar biriktirmek, gönül kırmamak lazım. Ama kendimizi de çok fazla telef etmememiz lazım. Kirpi örneği bu noktada çok güzel bir temsil.
Kırmadan, dökmeden bahsettiğimiz o sağlıklı sınırları nasıl belirleyeceğiz, bu konuda neler tavsiye edersiniz?
Az önce belirttiğim gibi üslup konusunda bir iki tavsiyem olacak. İlk olarak, naçizane bir örnek vereyim, bir dost meclisinde, bir sandalyeye oturacaksınız “müsaade var mıdır?” demek çok basit ama ölçüyü belirleyen bir cümledir. O masada gerçekten özel bir şey konuşuluyor olabilir, benim varlığımdan bir anda rahatsızlık duyabilirler. Onlara bu rahatsızlığı vermemek adına, basit ama ölçüyü belirleyen bu soru yöneltilebilir. Bunun dışında, karşı tarafı telefonla aradığımızda, önce ‘Müsait misin?’ diye sorarak, karşı tarafın müsaitlik durumu, izin durumunu tayin etmemiz önemli. Bu iletişimde önemli bir sınır noktasını belirliyor.
Bunun dışında karşı tarafın stili de bizim için belirleyicidir. Diyelim ki bir uzmanla, alanındaki bir hocayla, öğretmenle, doktorla ya da hiyerarşik olarak bizden yukarda, bilgisine ihtiyacımız olan biriyle ve de hiç tanımadığımız, henüz yeni tanışıklık içine girdiğimiz insanlara sen değil de siz diye hitap etmek çok güzel bir nezaket örneğidir. Hem sınırı belirler, hem karşı tarafın bizim karşımızda saygı hissetmesini sağlar, hem de bizim iletişimimizi daha da belirli bir ölçüler içerisine geçirecek bir hamle olur. O yüzden iletişim noktasında siz kelimesini biraz daha hayatımıza yerleştirmeliyiz diye düşünüyorum. Bunun dışında insanlar iletişim kurarken onları daha çok dinleyip, daha az anlatmayı tavsiye ederim. Bazen karşı taraf anlatmaya çok da meyilli olmayabiliyor. Fakat karşımızdakinin bir derdi varsa şayet ona akıl vermeden önce onu uzun uzun dinlemek, ne yaşadığını anlamaya çalışmak ve ona akıl vermeden önce “senin için yapabileceğim bir şey var mı?” diye sormak bence yine önemli bir sınır belirleyicisi. Zira biz karşımızdakine böyle yaklaşırsak o da bize nasıl yaklaşması gerektiğini öğrenecektir.
Hayır derken, o sınırları belirlerken nasıl bir yöntem kullanmalı?
Hayır diyebilmek, bizim toplumumuzda çok zorlanılan bir konu. Burada tabi ki de bazı püf noktalar var. Öncelikle karşı tarafa bir anda, çok katı bir şekilde, hayır demek gerçekten çok kırıcı olur. Hele ki karşı taraf bizim için hatırı sayılır bir insansa. Dolayısıyla ona hayır diyebilmek adına öncelikle, kendi meramımızı, durumumuzu, neyi neden yapamadığımızı anlatmak ve bunu anlatırken duygularımızı ortaya koymak lazım. Hemen ardından da “Bugün bunu yapamayacağım, ama senin için yapabileceğim başka bir şey varsa, yapmak isterim.” diye sormak, durumu yumuşatan ve muhatabımızı da kırılmaktan koruyan bir şeydir. Ama tabi burada bizim kendi ihtiyaçlarımız da çok önemli. Şayet biz karşı tarafın kırılmasından, onu kaybetmekten, nankörlükle suçlanmaktan korkuyorsak, karşı taraf bizi ne kadar anlayışla karşılarsa karşılasın ‘hayır’ diyememek bizim problemimiz olmaya devam eder.
İletişime, ilişkilere dair çok hassas ölçülerden bahsettik. Okuyucularımıza son olarak neler söylemek istersiniz?
İlişkilerimize belli bir sınır koyabilmek, hakikaten hem bizi, hem muhatabımızı koruyacak, ilişkimizin kalitesini, bizim saygınlığımızı arttıracaktır. Son olarak ise bilhassa sosyal medya konusuna değinmek istiyorum. Sosyal medya henüz ahlâkı oluşmamış bir yapı. Ortak bir ahlâkî etikten hâlâ söz edemiyoruz. Bu mecrada sınır problemiyle çok sık karşılaşıyorum. Örneğin insanların paylaşımlarına yazılan yorumlar, atılan mesajlarda bu sınır problemi gün gibi ortaya çıkıyor. Karşımızdakine bir an muazzam öfkeler duyuyoruz, hiçbir ölçüyü gözetmeden yargılayabiliyoruz. Yorumlar vesilesiyle iç dünyamızdaki zamana yayılmış çok da fark edilmeyen, ufak ufak kendini hissettiren o sınır problemi aslında sosyal medyada zirveyi buluyor. O yüzden ben bütün okuyucularımıza sosyal medyada da bir ölçüt gözetmelerini tavsiye ederim. Özel hayatımızda, günlük yaşamımız içerisinde neyi ne kadar gizlemeye çalışıyorsak, ne ölçüde saklamaya çalışıyorsak, sosyal medyada da aynı ölçüyü gözetmemiz gerekir. Tabi ki hiçbir şey paylaşmayalım demiyorum ama mahrem tutmamız gereken şeylerin olduğu bir platform olduğunu da unutmayalım.