İlköğretim çağındaki yavrusu, okul dönüşü garip bir istekle karşısına dikildi. Öyle heyecanla anlatıyor, öyle cıvıl cıvıl konuşuyordu ki! Önce donup kaldı, bir şey diyemedi bu ısrar karşısında. Ardındansa endişe içinde “ne yapıp edip buna bir çözüm bulmalıyım” diye düşünmeye başladı. İyi de nasıl olacaktı? Buna nasıl bir çare bulacaktı?
Pasta-börek olsa anında kolları sıvar, dört başı mamur bir uğraşla ne varsa hazır eder, yavrusunu mutlu ederdi. Uğraşları saatlerini de alacak olsa itiraz etmezdi, her anne gibi. Ya da kâğıt- karton, makas-yapıştırıcı gibi hazır edilecek bir ödevse ricası, tabi ki de kırmazdı. Yine aynı fedakârlığı yapacak, küçük emanetini tek başına bırakmayacaktı. Her hangi bir kıyafet, eşya ya da oyuncak kabilindense, nasıl olsa bir çare bulunurdu ona da anında. Ama buna, böylesi bir isteğe… Ne denilir, nasıl bir çıkış yolu bulunurdu ki?
“Hemen bir dizi bulup izlemeliyim! Bütün arkadaşlarımın takip ettiği birer dizisi var. Her gün okulda birbirlerine anlatıyorlar. Benim ise yok!”
Aklını kemirdi imkânsızlık içinde kıvranan düşünceleri. Yüreğini söküp götürdü batılın tasvirleri. Uzak diyarlarda dolaştı saatlerce ruhu, yetmedi tutulduğu ıstıraptan kurtulmasına. Ayaz kesmiş diyarlardan birer umut aradı gözleri. Eli boş kaldı. Yüreğinde hoyratça esti sert rüzgârlar. Elleri üşüdü. Yüreği üşüdü. Gamlı (yok)luk, nazlı yavrusuna galip gelemedi yine de. Yavrusundan gizlemeye çabaladıkça telaşını, eline ayağına dolandı “yok” kelimesi.
Bâtılı takip etmekten, hakikatin yolunu şaşırıp kalmışken. Hakikati yaşamaz/yaşayamaz hale gelmişken. Bünyemizde, kendimizde, benliğimizde, evimizde, barkımızda, hakikati aramaz olmuşken. Ahlâksızlık almış başını giderken sırf seyirci mi kalacaktı? Yetinmemiş de kol kola yürümeye kalkınca değerlerimizle, inandıklarımızla, mâneviyatımızla… Yol(?) olup, iz mi olacaktı?
Hayâlini kurduğumuz tertemiz dünyayı imar etmek için kirli ellerin oyunlarına, oyuncak mı olduk çoktan? Sâhi, hayallerimize taht kurmuş güzellikler neydi? Biz hangi hayâl dünyasında yaşıyorduk ki, topumuza bir anda kendini sevdiren, müptelâsı olduğumuz, vazgeçemediğimiz, hayatımızın başköşesine buyur ettiğimiz/geçiriverdiğimiz…
Güzel toplum güzel aileler demekse. Güzel aile ise bilinçli, kaliteli fertlerse. Batıl, içi boş, haram, uyutucu-öldürücü zehir kabilinden medeniyetin birçok hastalığına duçar olmuşken. Bilinçsizce ömrümüzü tükenip giderken, israf, zina, şiddet… Haramın her türlüsünün süslü tasvirlerinde mi kendimizi bulduk, kendimizden bir şeyler mi bulduk? Bu muyuz biz?
Akşam evimize döndüğümüzde günün yorgunluğunu atmak için, ekran karşısında kendimizi bulurken! Çoğu merakımızı, kıymetli zamanımızı, yetiremediğimiz enerjimizi, yorgun aklımızı, hayâlimizi yatırırken bu anlamsız tutkuya, bizden alıp götürdüklerinin hiç hesabını yaptık mı?
Bir an evvel gaflet tutsaklığından bakışımızı kaldırıp, gerçek hayata dönmemiz lazım! İmansızlığı ihsas eden her türlü hâlâttan şiddetle içtinab etmemiz gerekli. Kendimizi, bize birer emanet olan yavrularımızı kötü zamanın cazibeli fitnesinde oyuncak olmaktan muhafaza etmek istiyorsak!
“Bizim bir dizimiz yok kızım!”
“Hem nasıl ki bir cazibedar, sefihane ve sarhoşane şaşalı bir eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini ta’til ederek iştirak ediyorlar; öyle de bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli fakat cazibeli ve elîm fakat meraklı bir vaziyet almış ki; insanın ulvî latîfelerini ve kalp ve aklını, nefs-i emaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.”1
Dipnot: Bediüzzaman Said Nursî, Kastamonu Lahikası.