Tarihin derinliklerinde uygulanan bir işkence şekli olan ‘mankurt efsanesi’ bir çeşit asimilasyon olarak bilinmektedir. Bu efsaneye göre saçları kazınan kişinin kafasına ıslak, tuzlanmış hayvan derisi geçirildikten sonra günlerce güneşin altında bekletilmektedir. Deri yavaş yavaş kururken, kişinin başına müthiş bir acı vermekte ve baskı yapmaktadır. Kafatasına yapışan derinin etkisiyle saçlar geriye tepmekte, yapılan işkencenin dayanılmaz tesiriyle kişi kendisini, geçmişini, ideallerini ve şahsiyetini şekillendiren birçok değeri kaybetmektedir. Öyle ki anne, babasını dahi tanıyamaz hale gelir ve kendisine söylenen her şeyi sorgusuzca yapan köle haline getirilirdi.
Mankurt haline getirilenlerin maruz kaldığı değişme ile televizyon kıskacındaki kişilerin yaşadığı değişme arasında büyük benzerlik vardır. Televizyon hayatımızın merkezine oturmuş durumda maalesef. Basit bir eğlence aracı gibi gözükse de yaptığı tahribat tahminlerimizin de ötesinde. Değişim sistemli ve zamana yayılarak gerçekleştiği için farkında bile olmadan değerlerimizi, ahlâkî vecibelerimizi yitiriveriyoruz.
Aile toplumların bekâsı için en önemli kurum. Bireylerin, nesillerin saadeti için de. Ve malum olacağı gibi televizyonun etkisi altındayız tüm aile bireyleri olarak. Özellikle günlük ya da haftalık olarak belirli bir olay örgüsü içinde yayınlanan diziler, sürekliliği sebebiyle kalıcı izler bırakıyor dünyamızda. Kahramanları ev halkından biri gibi hissediyor, yakın bir tanıdığımızdan bahseder gibi sohbetlerimize konu ediyoruz. Onlarla benzeşmekte yahut benzer beklentiler içine girmekteyiz.
Üzerinde ciddi çalışılmış senaryo ve özenle seçilmiş oyuncular, buna uygun müziklerle birlikte diziler büyüleyici etkisi altına alıveriyor bizleri. Televizyon karşısında saatlerce savunmasız bir şekilde kalıyor, hayat ve olaylara, izlediklerimizin tesiri altında bakıyoruz. Dilimize replikler, davranışlarımıza roller etki ediveriyor. Farkına bile varamadan, bir karakterin, senaryonun kuklası olabiliyoruz.
O çok merakla, ilgiyle izlediğimiz dizideki karakter gibi eş adayı bekliyoruz. Ya da eşimizin onun gibi davranmasını… Erkek, kadın, çocuk beklentilerimizi bu etkileyici kareler belirliyor. Hayatımız, türlü kaygılarla ince ince plânlarla yazılan senaryolar gibi mi olsun istiyoruz? Eğer halâ benliğimizi kaptırmadıysak, izlediğimiz dizilerden ne kadar etkilendiğimizi şöyle bir silkelenip tahlil etme vakti çoktan geldi geçiyor bile.
Mankurt efsanesi ve televizyon benzetmesi ne kadar da birbiriyle örtüşüyor değil mi? Her geçen gün haram, helâl yer değiştirirken dünyamızda, ‘ekranı kapatın’ diye telaşa kapıldığımız sahneler bir çırpıda normalleşti. Ömür sermayemiz kolay harcanacak kadar değersiz değil elbette. Dinî, toplumsal değerlerimiz avuçlarımızdan kayıp giderken, kendi hayatımızın oyunculuğunu tüm gerçekliğiyle sahiplenmeliyiz. Ebeveynler olarak alternatifler üretmeli, başta kendi irademizi kuvvetlendirip, evlatlarımıza dünya ve ahiret saadetlerini tehlikeye düşürecek bu aleti, akıllıca kullanma alışkanlığı kazandırmalıyız. Yoksa ne acı ki hakikate ayılmadan kendimizi kaybederek bu rüzgarda savrulacağız.
Suni beklentilerle aile hayatımızı yıpratmayalım. Her türlü duygumuzun erozyona uğradığı evimizin baş köşesindeki hortum bizi yutmadan ayılmalı, kontrolü ele geçirmeliyiz. Büyük zatların duygularını tahrip etmemek için gösterdikleri hassasiyetle…
Toz pembe, hayalî ürünlerle değil hayatımızın gerçeğiyle yüzleşmeli, sahip olduklarımızı, oldukları gibi sevebilmeliyiz. Olması gerektiği dikte edilen gibi değil. Kader hudutları içerisindeki hayatımızın tek sorumlusu ve oyuncusu biziz. Ve senaryomuz bize özel ve bize güzel…