Karanlıklar içerisindeydim. Yoktum. Var edildim. Bir damla su, kan pıhtısı, et parçasıydım. Annesine muhtaç, hiçbir şey elinden gelmez insan yavrusuyken; güçlü, güzel ve dirayetliyim. Her şeyi bilen ve yapan, ayakları üstünde durabilen mahlukatın en üstünü benim.
Noktayım. Feleklerden görünmeyecek kadarım. Sonsuzum, sonsuzluğa aşığım. Elemlerim hadsiz; acizim, aczimi bildiğim kadar kudretliyim. Emellerim sınırsız; fakirliğimi bildiğim nispette varlığa sahibim.
Yürüyoruz… Akın akın insan grupları gidiyorlar.
Arkalarına bakmadan ve hatta önlerini bile görmeden gidiyorlar. Uyuşmuş, unutmuş gibi…Hep varmış ve hep var olacak gibi…
Ne tuhaf bir ikilemdi bu. Her an dünyadaki ışığımız sönebilecekken bunu yok saymak. Unutulduğumuz dahi unutulacakken hatırda kalmak için beyhude çabalamak. Bulutların geçişi gibi sezdirmeden hızla akarken yaşantımız; ben kimim, neydim, ne oldum sorularını bir an dahi sormadan yaşamak…İdam olmayı bekleyen bir kişi sehpasının süslemesiyle uğraşır mı? Peki ya öylece yaşamak ne kadar sahici ne kadar akıl kârı?
Varlığıma dönsem, muciznüma yaratılışımı görsem.
Benlikten azad olup Sahibime dönerim. Rengarenk çiçeklerin, yemyeşil ağaçların kuruduğu gibi ben de ölümlüyüm diye fikrederim. Sonsuzluk aşkım sonsuzu razı eder ve sonsuzluğa namzet olurum.
O zaman başlarımız kalkar göğe. Hakikat güneşinin parıltısı önümüzü, arkamızı, sağımızı, solumuzu berraklaştırıverir.
Yazan: Fatmanur Şahin Öztaş