İlham

BİR MASAL Kİ GERÇEK OLA!

Bir masal yazmak istiyordu ama içindeki herşey gerçek olmalıydı. Tablolar olmalıydı içine girebildiği. Yerlere bir halı gibi döşenmiş, rengarenk cins cins çiçeklerini  elleriyle okşayabilmeli, kokularını duyabilmeli,onların başlarında ve koyunlarındaki kendi cinslerini sümbül verecek tohumlarını ekerek, isterse çok özel bahçeler kurabilmeliydi. Tablodaki  her cinsten ağaçlar, yapraklarını çarpıştırarak ilahi nağmelerle onu cezbetmeliydi. Dağlar olmalıydı, yüksek çok yüksek. Çıkamadığı ama o çıkabildiğince yükseklere çıkmaya çalışmalıydı. Akarsulara rastlamalıydı, güller misali tomurcuklanarak akan. Yükseklerden korkmadan kendini salıveren çağlayanların haşmetli gümbürtüleriyle sarsılmalıydı.
Kuşlar uçuşmalıydı, manzaralarının içinde. Ağaçların dallarına, dağların başlarına konmalıydı.O kadar çok çeşitleri olmalıydı ki, sayarken şaşırmalıydı.Öylesine güzel nakışları, öyle tatlı ötüşleri, öyle güzel bakışları olmalıydı ki, böyle bir güzellik nasıl olabilir diye hayranlıktan kendinden geçmeliydi. Sonra daha başka hayvanlar da olmalıydı, sayısız.Bir suyun başında ansızın bir ceylana rastlayabilmeliydi.Bir dağ keçisi sekerek, kayaları sıçratarak, vadilere doğru inmeliydi.
Meyve ağaçları olmalıydı. Çiçek açışlarını, sümbüllenişlerini, meyve verişlerini seyrettiği hengamda, halden hale geçişlerindeki sayısız güzelliğe meftun olmalıydı. Meyvelerinin ayrı ayrı tatlarını karıştırmadan tadabilmeli, tadabildiği için mutlu olmalıydı.
Geceler olmalıydı. Rüzgarın sesiyle ürpermeli, cırcır böceklerinin sesiyle coşmalı, bülbüllerin ötüşünü dinlerken, başka alemlere uçmalıydı. Uzak alemler. Lahuti diyarlar. Gözlerini yukarı çevirdiğinde yıldızlar ve ay, sanki kalbinde izdüşümleri varmış gibi, hem gözleriyle, hem kalbiyle sözleşmeliydi. ”Biz de buradayız diye.” O da ”İyi ki oradalar. Bu tablo onlarsız elbette ki çok eksik kalırdı.” demeliydi. Birden, bir ıhlamur kokusu sarmalıydı ki her yanı, erimeliydi.
Denizler olmalıydı, gri, mavi, yeşil renklerle atağa kalkmış. Dalgalarının gümbürtüsü kulakları sağır eden. Sakinleştiğinde, uyuyan bir çocuk sukunetiyle sessizleşen. Güneşin serptiği ışık ile, yüzüne emsalsiz mücevherler atılmış gibi parıldayan. Denizin kıyısından yükselen dağlar, dağlara tırmanan ormanların aksi  düşmeliydi kıyılara.
Bulutlar olmalıydı ki, bazen gizlenip, bazen ordular misali ortaya çıkarak, köpürüp coşan. Tablolarının içinde dolaşıp durmalıydılar. Bu tablolar onlarsız olabilir miydi?
Buzullar, buz dağları, buzdan vadiler, beyazlığı insana kendini unutturan, uçsuz bucaksız diyarlar… Buranın ayıları, tavşanları, tilkileri bile beyaz olmalıydı. Kar yağmalı, derin sessizlikte kendi varlığını ellerinle yoklayarak, ”Bu tabloda ben de varım” diye hissedebilmeliydi.

Ey dünya denilen şu alemdeki sergileri gezerken mest olanlar! Gölgelerden kurtulup da gerçeğe erişeceğimiz ebede niye talip olmuyorsunuz ki?  Neden o san’atkara bigane kalıyorsunuz? Sizinle görüşmeyi talep ediyor, sizi tanımayı istiyor ama önce siz O’nu hakkıyla tanımalısınız. O’nu memnun ve razı etmelisiniz. Sizden nasıl razı olacağını da öğrenmelisiniz.

Yazının devamını Bizim Aile dergisi Ağustos sayısından okuyabilirsiniz.

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*