“Allah’ın nasip etmediği imtihanın hamelesi olma!” dedi.
Yer yer yarılmış, nasır bağlamış kınalı elleriyle, tahta kaşığı tarhana çorbasının içinde gezdiriyordu.
“Her şey imtihan… Her şey nasip” diye devam etti. Nasibinin ne olduğunu bilmediğin için, çalışmaya, gayret etmeye devam et. Ama henüz nasip olmayan ile de meşgul olma, kendine yük etme.
Küçük mutfağının kendine has düzeneğinde akşam yemeği yetiştirmenin telaşındaydı. Çorbasını kaynatıyor, daha sonra da haşlayıp top top ettiği ıspanaklarını ince ince kıyarak kavuracak ve yanına yoğurt koyarak akşama hazırlayacaktı. Onu ilk defa bu kadar düşünceli görüyordum. Yemek yaparken sanki karşısında gaipten birileri var da, bana değil onlara sesleniyor gibiydi. Zor zamanları yaşayarak gelmişti. Zor şartlardan geçerek yaşamıştı. Yokluğu da varlığı da bilirdi. Gözlerinde hep görevini yapmışlığın huzuru, kanaatkârlığın izleri vardı ama, bugün bir farklıydı işte. Kendi içine gömülmüşlüğün işaretleriydi üzerindeki. Sessizleşmesi, elinin çabuklaşması, kederli yüz ifadesi, elindeki iş neyse sadece onunla ilgileniyormuş gibi işe gömülmesi…
Yüzündeki her kırışıklığın ayrı bir anlamı vardı sanki. Kızgın mı, öfkeli mi, üzgün mü, sevinçli mi, heyecanlı mı, sıkıntılı mı yüzünden anlardım. İçi kaynar kaynar, taşardı bazen. Fark edilmediğini zannederdi ama ben anlardım. Bebekliğim, çocukluğum onun elinde geçmişti ne de olsa. İçinde bir şeyler vardı belli ki. Aslında benimle değil de içiyle konuşuyordu.
Gözünden süzülen iplik iplik gözyaşları geldi aklıma. Çocukken kucağında yattığım zaman, onun benim uyuduğumu sandığı zamanlar- göz ucuyla onu seyrederdim. Arayu arayu bulsam izini ilahisini söyler, hem de ağlardı. Pencerenin önündeki divanda, her günün batışında dışarıya bakıp böyle sessizce ağlamasına bir anlam veremezdim. Çocuk aklı işte. Ama şimdi anlıyorum. Hasretten ağlıyormuş.
Bugün de öylesi bir zamanıydı belli ki. Belki de gurbette oluşunun, vatanından uzaklaşmışlığın acısıydı kederlendiren. Rüyalar görürdü hep. Bütün rüyaları vatan üstüne olurdu. Köyünde bıraktığı akrabaları, arkadaşları, toprağı…
Anadolu kadınının bir tarafı hep hüzün diye geçirdim içimden. Asker uğurlar, gelin çıkarır, gelin alır, toprağa sevdiklerini gömer, gurbete evlat gönderir, akıtır gözyaşlarını. Ayrılığın böyle de bir yapısı var işte. Ağlamanın hemen kenarında bekletiyor.
Yardımlaşarak kurduğumuz sofrada yemekler yendi, ardından çaylar içildi. Ama ninemin üzerindeki bu burukluk geçmedi uzun süre. Biliyorum, yarın olacak, güneş doğmadan kalkıp namaza hazırlanılacak ve işlere başlanacak, hasretler bir süreliğine de olsa unutulacaktı. Yeni gün, yeni dualar demekti aynı zamanda. Kalbi mutmain kılan güzel dualar…
Havva Küçük Konur