Adalet; kainat kanunlarının esasına Adil-i Hakim tarafından konulmuş dört ana esasdan biri. Buradan anlıyoruz ki kainatın meyvesi olan insandan da murad edilen en büyük meyvelerden. Adaletin bilinen en zahir manası; haklıya hakkını vermek. Ve onun hakikatiyle tesis edilebilmesi için; iki duygunun da mutlak gerekli olduğu aşikar; merhamet ve şecaat…
Merhameti kuşanan bir adalet; zayıfın hakkını vermek için onu güçlü kılarken, zalimlikle haklının hakkını gasb edenin boynunu da şecaatinin kudretiyle kırar.
Adalet; zayıfların en büyük sığınağı, mazlumların himaye edeni, toplumsal huzurun ve güvenin garantisi. Güç sahiplerinin zulmettiği ve zayıfların ağladığı bir toplumda, adaletten söz edebilmek mümkün müdür? Peki adalet bir toplumu nasıl terk eder?
İnsan; kendisini ve hissiyatını terbiye etmezse; manevi hayatı kuraklaşarak, adeta vahşi bir ormana döner. İnsaniyete layık insanlıktan uzaklaşarak hayvan gibi hatta daha da aşağı bir derekeye inerek sadece kendi menfaat ve hevesinin peşine düşen bir canavara dönüşür, zayıf gördüğü ne varsa onu yemekle beslenip büyür (!) hale gelir.
Halbuki insan; fıtraten medenidir. Hz. Ali’ye göre sadece kendi nefsini düşünen bir insan, insan değildir. İnsani özelliğin en büyük vasfı, her durum ve ortamda çevresinde bulunan hemcinslerini nazara almak ve onların maddi ve manevi hakkı konusunda kılı kırk yaran bir hassasiyetle davranabilmektir. Mesnevi-i Nuriye’de salih amelin bir tarifi de; “maddi ve manevi hukuk-u ibada tecavüz etmemek” olarak tanımlanmıştır. Kur’an’dan beslenmeyen felsefenin sosyal hayattaki en büyük düsturu ise “Kuvvetli olan haklıdır.”
Adaletin zıddı olan zulüm işte bu zihniyetten beslenerek, en zayıfları hedefine alır. Ve her zalim, gücü kadar zulmeder. Zalim bir devlet adamıyla, zalim bir aile babasının arasındaki temel fark; etki ve tesir alanıdır. Devletin tepesindekiler halkına, hane reisleri de kendi ailesine kan kusturur. İmanın olmazsa olmazlarından biri olan şefkat hükmünü yitirip yerini hodgamlığa bırakınca, “ben sizin babanızım ben ne dersem o olur” zihniyetiyle dediği yapılmayınca diğerlerini etkisizleştiren, yok sayan hatta hayat hakkını elinden alan korkunç hadiseleri her gün defalarca duyuyoruz.
Halbuki; İşarat’ül İcaz’da anlatıldığı gibi imanın en büyük üç hassasından biri olan şefkatin gereği hiç kimseyi tahkir ve tezlil etmemektir. Yine İşarat’ül İcaz’daki ibadet bahsinde; insanların birbiriyle olan ilişkilerinde hakların korunması ve zulümlerin önlenmesi için muhtaç olduğumuz adaletin gerçek manada sağlanabilmesinin yolunun cüz’i olan her bir aklın; külli akıl olan Kur’an’ın hükümlerine inkıyad etmesinden geçtiği vurgulanır.
İnsanın ruhuna derc edilen kuvve-i gadabiye ve şeheviyeyi; istikamet yolunda tutabilmek ancak ibadetin terbiye edici gücüyle mümkün olabilecektir. Bu noktadan; resmi ve ruhsuz olarak yapılanları ayırırsak imanın gücüyle hakiki ve şuurlu olarak yapılan bütün ibadetler; insanı aynı zamanda adalet çizgisinde tutan en kuvvetli ve kıymetli vesilelerdir.
Yapılan her bir ibadetin; hak ve hukuk anlayışını da inkişaf ettirmesi; sosyolog ve psikologların hassasla incelemesi gereken en temel konulardandır. Gözünü kırpmadan adam öldüren insanların; çok kısa sürede tahta bitini öldürmekten imtina eder hale gelmesinin başka bir izahı mümkün müdür? Bediüzzaman Hazretleri Meyve Risalesinde, her bir insanın hanesi ve geniş ailesi olan şehir hayatında ahirete imanın hükmünü icra etmemesini, yaşanan zulümlerin en büyük sebeplerinden biri olarak gösterir.
Yine Münazarat’ta yapılan şu tesbit çok dikkat çekicidir; “Maatteessüf büyüklerdeki meziyyet, sebeb-i tevazu iken vasıta-i tahakküm oluyor. Avamdaki zayıf bir damar, câlib-i şefkat iken, vesile-i esaret oluyor.”
Son zamanlarda sıklıkla gündeme gelen; kadına şiddetin temel sebebini bu cümle ne kadar güzel özetliyor. Aile reisinde olan ve dini literatürde sıklıkla atıfta bulunulan “kavvamlık” makamı tevazu sebebi olması gerekirken, kadında gördüğü zaafiyet yüzünden maalesef zorbalığa dönüşüyor.
Halbuki Kur’an’ın insanlığa verdiği terbiye, bunun tam aksini gerektirir. Zayıf ve güçsüzleri gören bir mü’minin şefkati ziyadeleşir ve bütün gücünü onları korumaya sevk eder- gerektiğinde kendisinden bile (!) Mücadele Suresinin ilk ayetine nüzul sebebi olan şu hadise de meselenin ehemmiyetini; nazarlarımıza en yüksek mertebeden gösteriyor. “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah’a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir. Zaten Allah sizin konuşmalarınızı işitmekteydi. Çünkü Allah herşeyi işitir, herşeyi görür.”
Surenin ismi Mücadele ve ilk ayetinde; kocasından şikayet eden bir kadından bahsediliyor. Bu mücadele o zamanda vardı, bu zamanda da var ve Kıyamete kadar da olacak. İşte bu noktada; almamız gereken vaziyeti; Mucizat-ı Kuraniye risalesinde şu cümlelerle tefsir ediyor:
“Cenab-ı Hak, Semi’-i Mutlak’tır, herşeyi işitir. Hattâ en cüz’î bir macera olan ve zevcinden teşekki eden bir zevcenin sana karşı mücadelesini Hak ismiyle işitir. Hem rahmetin en latif cilvesine mazhar ve şefkatın en fedakâr bir hakikatına maden olan bir kadının haklı olarak zevcinden davasını ve Cenab-ı Hakk’a şekvasını umûr-u azîme suretinde Rahîm ismiyle ehemmiyetle işitir ve Hak ismiyle ciddiyetle bakar.”
Devletin kurallarının bizzat ayet ve hadislerle belirlendiği o zamanda, şikayetlerin en temel mercisi olan Resulullah’a gelerek hakkını arayan kadının şikayetine; Rahim ve Hak isminin en azami şekilde tezahür etmesinden çıkarılacak ne çok ders var.
Ailesine, yakınlarına, devletin kurumlarına ve başvurabileceği her yere giderek yardım isteyen, kendini ve yavrularını koruyamayan bir kadına hakkını vermek, onun bu şikayetine ciddiyetle bakmak ve hak arayışında ona destek olmak yerine, onu ortada bırakmak, hakkını vermemek, İslam hukukunda her insanın en temel hakkı olan “can, mal, akıl, nesil ve din güvenliğini” sağlamaktan aciz kalmak, onu korumakla mükellef olan insan ve kurumların büyük bir yüz karasıdır.
Oysa Asr-ı Saadette, kadının sosyal hayattaki statüsü şu anda hayal bile edemeyeceğimiz bir konumdaydı. Evet hayal değil yaşandı, vahşet asrında bir saadet asrı… Herkesin hususan masumların, ne canına, ne namusuna ne de malına el uzatılamayan, uzanmaya teşebbüs eden o ellerinse bir daha kalkmaya mecali kalmayacak şekilde kırılan… Akıllara hayret veren bir müjde var yaşanan: “Öyle bir zaman gelecek ki bir kadın Allah’tan başka kimseden korkusu olmadan Hire’den hareket edip, Kabe’yi tavaf edecek.”
Peygamberimiz (asm)’ın, sosyal hayattaki güvenliğin gelebileceği en nihai noktası olarak verdiği örnek; bir kadının tek başına korkusuzca seyahat edebilmesinin olması, ne kadar dikkat çekici, üstelik mahrumiyet çağında. Şimdi biz zahiri medeniyet maskesi altında, vahşetin her adımda icra edilebileceği korkusuyla tir tir titriyoruz.
Yine Peygamberimiz (asm); Veda Hutbesi’nde tüm insanlığa asırlar ötesinden seslenirken yaşananlar sanki o anda yaşanıyor gibi uyarmıştı: “Kadınlar hakkında Allah’tan korkun!”
Ahirete imanın, kadınların haklarını korurken kalplere nasıl bir yasakçı bıraktığını Aşere-i Mübeşşereden olan Abdullah ibni Mesud dan da dinleyelim. “Biz Resul-i Ekrem (asm) zamanında, hanımlarımıza o kadar dikkatli davranmak zorunda kalıyorduk ki, olur da onların kalplerini kırarsak hakkımızda ayet iner diye korkuyorduk “
O asra ve o müjdenin sahibine; sırtımızı döndükçe daha çok kahrolacağız, daha çok kahredecekler! Kadınlar bu asırda her açıdan saldırı altındalar. Can güvenliği sağlananların da imtihanı başka yerden geliyor. Medeni engizisyon; kalpleri ve ruhları öldürerek, manevi hayatımızın ilaç ve gıda hükmünde olan hakikatlerini bizden gasb edip hatta onlara düşmanlık etmemize zemin hazırlıyor.
Kadını korumak dediğimizde belki de gözden kaçan hatta hiç gündeme gelmeyen en büyük meselelerden biri de bu. Kadını adalet korusun, ailesi korusun, yakınları korusun, devlet korusun ama kadın kendini de korusun. Neyden mi?
Manevi hayatını zehirleyen, nefsini Rabbinden ve Resulullah’ın tavsiyelerinden uzaklaştıran, onu sadece dünya odaklı yaşatan ve gideceği yer olan ahireti unutturan her menfi düşünceden, insandan, ortamdan ve fikir akımlarından…
Korunma reçetesini de Asrın Müceddidi yazmış ve bizlere bırakmış. Kadınlarla alakalı bütün gelişmelerin, yüzyılın gündemine oturduğu bir çağda, Hanımlar Rehberi’nin olmadığı bir külliyat tabi ki düşünülemezdi. Hem öyle bir rehber ki hakkıyla anlaşılıp, tatbik edildiği halde; hanımların dünya ve ahiret saadetine bütünüyle kefil. Kadınları maddi ve manevi ifsat eden komitelerin bütün gücüyle çalışıp, bizi bizden almaya koşturduğu bu helaket ve felaket asrında, bizi bize yeniden verecek bu rehber baştacımız olup, okuyup okutturmalı. Kadının gizli ama hakiki gücü işte o zaman; en güzel şekilde açığa çıkacak…
Tuba Eren