Diğer

Bir ‘Yaratılış’ Serüveni  

Geçtiğimiz ay, “Kemâlât yolcusu insanın hayat yolculuğundaki basamakları işleyelim” dediğimiz bir seminerler dizisine başlamıştık. Bu dizi seminerlerin bana düşen kısmında ise “insanın yaratılış serüveni” vardı. Bu konuya dair araştırmalar yaparken karşıma şöyle bir hadis-i şerif çıktı:

Peygamber Efendimizin yanına gelen bir Sahabe ona bir sual yöneltiyordu, diyordu ki:

“Ey Allah’ın Resulü! Hiçbir şey yaratılmadan önce Allah’ın ilk olarak yarattığı ne idi?”

Peygamber Efendimiz şöyle cevap veriyordu:

“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin Peygamberinin nurudur.”

İşte bu satırlar bana insanın yaratılış serüveninden evvel konuya aslında ilk yaratılışla başlamak gerektiğini hissettirdi.

Nur-u Muhammedî’den insana…

Bediüzzaman Said Nursî’nin nur-u Muhammedî’den yaratılan bir madde-i aciniyeden bahsettiğini, seyyarat ve şemsin o nurun macun ve hamurundan ayrılarak yaratıldığını anlattığını görünce kendimi İşârâtü’l-İ’câz eserinin satırları arasında buldum.

Aslında Manzume-i Şemsiye ile Arzın başlangıçta madde-i esiriyeden yoğrulmuş bir hamur şeklinde yaratıldığı, daha sonra ise ikisi bitişik iken birbirinden ayrıldığının anlatıldığı Enbiya Suresinin izahıyla da Cenab-ı Hak o hamuru açıp, seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirip, güneşi orada bırakıp zeminimizi buraya getirerek ve zeminimize toprak sererek, sema canibinden yağmur yağdırarak, güneşten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koyduğunu anlatır.

İşte, gördüğümüz ve görmediğimiz bütün âlemleri o nurdan yaratan Cenab-ı Hak, gökleri ve yeri de bu şekliyle tanzim ettikten sonra, Bediüzzaman’ın “şecere-i hilkatin en son cüz’ü olan meyvesidir” dediği insanın dünyaya gönderilme serüveni başlıyor.

Âyet-i kerimeler ışığında…

Biliyoruz ki meyve, ağacın özeti demek. O ağacın bütün özellikleri meyvesinde toplanıyor. Dolayısıyla insanda da bütün âlemlerden numuneler bulunuyor, diyor Bediüzzaman. Âlem-i ervahtan ruhu, âlem-i misalden hayali, levh-i mahfuzdan hafızası gibi…

Böyle bir mahiyet üzerine olan insanın yaratılış serüveni için ayet-i kerimelere baktığımızda Cenab-ı Hakkın Hicr Suresinde insanı ‘kuruyup rengi değişmiş siyah bir çamur’dan yarattığını ve meleklerine “Ben rengi değişmiş siyah bir çamurdan beşer yaratacağım, ona suret verip yarattığım ruhtan üflediğimde siz de onun önünde secdeye kapanın” buyurduğunu görüyoruz.

Bakara Suresinde meleklerin, Rablerine “Yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Halbuki biz Seni hamd ile tesbih ediyoruz. Seni her türlü noksandan yüce tutuyoruz” demeleri üzerine Cenab-ı Hak “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” buyuruyor ve diyor ki: “Eğer halifeliğe daha lâyık olduğunuz iddiasında doğru iseniz bunların [eşyanın] isimlerini Bana söyleyin.” Melekler ise “Senin bize öğrettiğinden başka bilgimiz yoktur. Sen her şeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yaparsın” diyorlar. Meleklerin bu ifadesinden sonra Allah, Hz. Âdem’e “Ey Âdem! Onlara bu varlıkların isimlerini bildir” buyuruyor ve Hz. Âdem meleklere isimleri bildirince Allah şöyle hitap ediyor: “Size demedim mi, Ben göklerin ve yerin gizliliklerini de bilirim, sizin açığa vurduklarınızı ve gizlediklerinizi de bilirim diye.”

Cenab-ı Hak ile aralarında geçen bu konuşmadan sonra meleklerin hepsi birden Hz. Âdem’e secde ediyorlar. Ancak İblis müstesna. O secde edenlerle beraber olmaktan kaçınıyor ve Allah buyuruyor ki: “Ey İblis! Sana ne oldu ki secde edenlerle beraber olmadın” İblis ise şöyle cevap veriyor: “Senin kuruyup rengi değişmiş siyah bir çamurdan yarattığın bir beşere ben secde edecek değilim.”

Bunun üzerine Allah “Öyleyse çık Cennetten!” buyuruyor. İblis ise kendisine müddet verilmesini istiyor. Allah “İlâhî ilmimizde vakti belli olan bir güne kadar” mühletin verildiğini söylüyor.

“Madem ki Sen beni rahmetinden uzaklaştırdın. Ben de senin doğru yolunda kullarının önüne oturup yollarını keseceğim; onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından varacağım. Sen de onların çoğunu şükredici bulmayacaksın” dediğini görüyoruz şeytanın A’raf Suresinde. Hicr Suresine baktığımızdaysa şeytanın “Ancak onlardan ihlâsa erdirdiğin kulların müstesna” dediğini okuyoruz. Allah ise buyuruyor ki: “İşte böylece ihlasla kulluk etmek Benim rızama ulaştıran dosdoğru bir yoldur.”

Şeytan ve Allah arasında geçen bütün bu konuşmaları ayet-i kerimelerde okurken en sonunda Allah’ın Hz. Adem’e cennete zevcesi ile birlikte girip nimetlerden istifade etmesini fakat bir ağaca yaklaşmaması gerektiğini, yoksa kendisine zulmedenlerden olacağını ifade ettiğini görüyoruz. Şeytan ise, “Sizin iyiliğiniz için öğüt veriyorum” diye yeminler ederek hileyle onları aldatıyor. Hz. Âdem ile Havva meyveyi yediklerinde Rableri onlara “Ben size bu ağacı yasaklamadım mı?” diye sesleniyor, “Ben size şeytan apaçık düşmanınızdır demedim mi?” buyuruyor. Onlar ise “Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen biz elbette hüsrana düşenlerden oluruz” diyorlar ve Cenab-ı Hak ise şeytan ve Âdem’e “Birbirinize düşman olarak yeryüzüne inin” buyuruyor. Hz. Âdem bir yere, Hz. Havva başka bir yere indiriliyor.

İşte, Cennetten çıkan Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın hikâyesi ayet-i kerimeler ışığında böyle…

Beşerin hilkatindeki hikmet:

‘O hikmetin hatırası için…’

Bediüzzaman, meleklerin “Yerde fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın?” dedikleri ayetin tefsirini yaparken aslında bu ayette Cenab-ı Hakkın meâlen “Benim, beşerin hilkati hakkında bir hikmetim vardır. O hikmetin hatırası için, fesatlarını nazara almam” diye ferman ettiğinden bahsediyor. Bu satırları İşârâtü’l-İ’caz’da okuyunca, aklıma Sözler’deki şu cümle düşüyor:

“Nev-i insanın medar-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm…” Ve Cenab-ı Hakkın “Sen olmasaydın ey Habibim…” dediği ve onun hatırına yarattığı bu kâinat…

Ve yine İşârâtü’l-İ’caz’da, Cenab-ı Hakkın hayr-ı mahz olarak melâikeyi, şerr-i mahz olarak şeytanı, hayır ve şerden mahrum olarak behâim ve hayvanatı yarattığı; ve nihayet hikmetinin iktizasınca hayır ve şerre kàdir ve câmi şekilde dördüncü bir kısım olarak da beşerin yaratılmasının lâzım olduğu ve beşerin ‘şeheviye, gadabiye, akliye’ kuvvetlerinin kendilerine verilmesiyle yaptıkları mücahededen dolayı melâikeye üstün gelebilecekleri, ama aksi olursa hayvandan daha aşağı düşebilecekleri hatırlatılıyor.

İşte kemâlât yolculuğuna çıkan insan, kendisine verilen kuvvelerle böyle bir imtihana tâbi tutuluyor.

Cenab-ı Hakkın insanı yaratırken ona kemâli için bir istidat, teklif (imtihan) içinde bir kabiliyet ve ihtiyar verdiğinden bahsediyor Bediüzzaman ve ayet-i kerimelere baktığımızda Allah’ın “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi” buyurduğunu görüyoruz.

Bediüzzaman eğer teklif olmasaydı insanların ruhlarındaki o tohumların neşv ü nema bulamayacağına vurgu yaparak, aslında sunulan bu teklifin bize verilen istidat ve kabiliyet tohumlarının neşv ü neması için çok da mühim olduğunun altını çizer.

Ve bir de dünyaya gönderilmeden önce ruhlar âleminde Cenab-ı Hak ile yapmış olduğumuz bir sözleşme vardır. Araf Suresinde denilir ki:

Allah “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” buyurdu. Onlar da “Evet Rabbimizsin, buna şahitlik ederiz” dediler. Onlara böylece şahitlik ettirdik ki Kıyamet gününde ‘Biz Rabbimiz olan Allah’ın varlıkla birliğinden ve Onun hükümlerinden habersizdik’ demeyin.

Böyle bir ahid ile hikmetle yola çıkmış olan insan pek çok istidat ve kabiliyet tohumlarını alarak, cüz-i ihtiyarî elinde, Cenab-ı Hak’la ahdini bozmamak, istidatlarını lâyık ve münasip yerlerde sarf etmek için yola koyuluyor.

O menzile varana kadar…

Bu serüvenin geri kalan kısmında ise insanın bir yolcu olduğunu, bu yolculuğun da anne rahminden çocukluğa, çocukluktan gençliğe, gençlikten ihtiyarlığa, ihtiyarlıktan kabre, kabirden haşre, haşirden ebede kadar devam eden bir süreç olduğunu okuyoruz.

“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim, mahlukatı yarattım” kudsî hadisini de hatırlayacak olursak; Cenab-ı Hakkın, Kendisini tanıttırmak ve bildirmek istediği, kemâlât yolculuğuna çıkartarak bize Kendisinden bahsettiği, okumak vazifesi omuzlarında yüklü, tefekkürle mükellef beşerin yaratılış hikâyesini böylece özetlemiş oluyoruz.

Onun kendini tanıttırmak istemesine mukabil iman ile tanımalı, ubudiyetle sevmeliyiz diyen Bediüzzaman “Cenab-ı Hakka iman”ın bu beşer yolculuğunu aydınlatan, ferahlatan ve saadetlendiren bir nimet olduğunu bütün Külliyatta ısrarla vurgulamakta.

Kıymetli okuyucular, sizler ve bizler bu yolculukta yol arkadaşıyız. Birbirimize dualar ile omuz omuza, çıktığımız noktaya tekrar geri döneceğimiz o menzile varana kadar, iman içinde, huzurlu, mutlu bir hayat duasıyla.. Allah’a emanet olun.

Nurkan Tezer

tezernurkan@gmail.com

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*