Uzm. Aile Terapisti Nazlı Özburun ile “Duygularımızı yönlendirmek mümkün mü?” sorusuna cevap ararken “Ramazan-İbadet-Oruç ve duygu ilişkisi” ne de değindik. Keyifli okumalar…
Duygu yönetiminden önce duygunun tanımıyla başlayalım isterseniz.
Duygular bizi, diğer her şeyden farklı yapan tarafımız. Düşüncemiz, davranışımız ve duygumuz üçgeninde duygu belki de en tepe noktada. Fakat bugüne kadar çok da ihmal ettiğimiz bir tarafımız. Çünkü biz genellikle duygusal olma, akıllı ol, farkında ol gibi çok fazla telkinle büyütülüyoruz. Düşünceler, akıl daha ön plândaymış gibi anlatılıyor bize. Fakat şunu çok net bir şekilde söyleyebilirim ki, “Duygularımız bizi biz yapıyor.” Beynimizi ve kalbimizi yan yana düşünürsek, beynimizin fişinin kalbe takılmış olması gerekiyor. Duygular bizim onları kullanıp, kullanamayışımıza göre bizi ya aşağıya indirir ya da gerçekten hayatımızı daha keyifli, daha anlamlı, daha insanca yaşamamıza neden olurlar. O yüzden duygu nedir? diye baktığınızda, duygu bizi biz yapan, en temel tarafımızdır diyebiliriz. Çok ani bir şekilde ortaya çıkan ve bizi hayatta tutmak için aslında bize yol gösteren, mesajlar veren, sinyaller veren bir sistemdir.
En büyük ihtiyacımız, anlamlı bir hayat yaşamak!
Bizim en büyük ihtiyacımız, sanıldığının aksine su, yemek değil; anlamlı bir hayat yaşamak istememiz. Yani “Bu hayatta ben kimim? Nereye gidiyorum? Yaptıklarımın bir anlamı var mı?” İşte bu noktada duygu bize bir anlam katarak, hayatımıza aslında bütün bu sorularımıza da cevap vermemizi sağlıyor. O yüzden duyguyu, düşünce değişimiyle değiştiremiyorsunuz. Bastırabilirsiniz sadece. Ama duygu değişimi, davranışı ve düşünceyi değiştiriyor. Böyle inanıyor duygu odaklı çalışanlar.
Duygularımız, bizi biz yapan cihazlarımız. O zaman bunları yönetmek de çok önemli.
Yönetmekten ziyade düzenleme kelimesini kullanmayı tercih ediyoruz. Yönetmek dediğimizde sanki, duygularımızın üzerinde bir aklımız var da elinde bir sopayla “Sen sus kötü duygusun, sen konuş iyi duygusun” gibi bir his oluşuyor. O yüzden yönetmekten ziyade öfkenin, korkunun, kaygının, üzüntünün de düzenlenmeye ihtiyacı var. Düzenlenmek kelimesini açtığımızda ise duyguların bize ne söylediklerini anlamamız gerekiyor. Çünkü her duygumuz aslında bize bir mesaj getiriyor, sinyal veriyor. Arabalarınızdaki GPS’ler yanlış yöne gittiğimizde, “geri dön, çıkmaz sokak, bulunduğun konumla oraya gitmek zor, şu kadar bir mesafe var” gibi bir takım geri bildirimlerde bulundukları gibi, duygularımız da bize aslında bunları söylüyor. Yeter ki biz bunları duyalım. Duygularımızı duymadığımızda, bizi ele geçiriyorlar zannediyoruz. Ondan sonra da “Yönetmem lazım” diyoruz. Sanki duygular bizi almış da kendi başına bir tarafa götürüyormuş gibi geliyor bize. Rabbimiz kainata nasıl kurallar, yasalar koymuşsa duyguları da hayatta kalmamız için, içimize koyduğu kurallar, yasalar, yönler gibi düşünebiliriz.
Peki duygularımı nasıl düzenlemem gerekiyor?
Üzüntü duygusu bize ne söyler? En son ne zaman, neye üzüldük? Okuyucularımız da şu an bunu düşünsünler lütfen. Kayıplar ve elimizden çıkıp giden şeylerde üzülürüz öyle değil mi? Aslında üzüntü bize şunu söyler; “Her şey senin için ve çok kıymetli. Elinden gitmeden önce bunun farkına varmalısın, kıymetini bilmelisin ve hak ettiği gibi onunla ilişki kurmalısın.” Ama biz bunu dinlemediğimizde, üzüntümüzü yok saydığımızda, çılgınca eğlencelerle üzüntü duygumuzu bastırmaya çalışabiliriz. Halbuki dünyevî olan her şey fanidir ve bakî olanı bulduğunda, gerçekten üzüntü duygun senin elinden tutup Rabbin ile buluşturacaktır. Bütün duyguların elimizden tutup, bizi Sahibimize götürecek işaretler gibi okuyabilirsek, bu ibadetlerimize de yansır. Diyelim ki dünyada birisinin bize verdiği değer ya da değersizlikten çok fazla etkileniyoruz. Değer görmek gibi bir isteğimiz var. Bunu insanlardan beklediğimizde ve görmediğimizde üzülüyoruz, bir başkasına göre daha aşağıda kalıyoruz. Oysa ki biraz düşünürsek bu duygu bizi; “Ben değerliyim. Rabbimin gözünde, yaratıcımın gözünde biriciğim, benden bir tane daha yok”a taşıyabilir.
Belki de çocuklarımıza vereceğimiz en güzel hediye duyguları düzenleyebilme yetisi değil mi?
Kesinlikle çok doğru. Mesela çocuğumuzun oyuncağı kırıldı ve ağlıyor. Diyoruz ki “Ağlama canım, ne gerek var. Markete gideriz yenisini alırız.” Burada biz çocuğun duygusunu düzenlemedik, bu bir bastırmadır. Duyguları bastırma yalnızca ilaçlar üzerinden olmuyor. Bizim toplumsal yapılanmamız da duygularımızı hissetmemize izin vermiyor. “Niye üzülüyorsun ki, hayatın kanunu bu. Kış gelince her şey ölür, bahar gelince her şey dirilir” düşüncemizle duygumuzu bazen bastırabiliyoruz. Burada üzüntünün ifade edilmesine izin vermek gerekiyor. Çocuk oyuncağı kırılıp üzülüp ağladığında “Seni anlıyorum. Ama dünya böyle bir yer. Bazı şeyler kırılır, bozulur ve gider. Bu yüzden oyuncağımıza biraz daha dikkat edeceğiz, kıymetini bileceğiz. Ama her şeyimizi de ona bağlamayacağız. Çünkü o fani bir şey ve bizden gidecek” mesajını vermeliyiz. Öbür türlü o duyguyu bastırdığımızda hiçbir şeye üzülmeyen bir çocuk yetiştirmiş oluyoruz. Bugün oyuncağına üzülemeyen çocuk, çok abartılı gelebilir belki ama yarın kaybettiği hiçbir şeye üzülmüyor.
Duygu düzenleme noktasında aile ve eşler arası ilişkiler
Kızgınlık diye bir duygumuz var. Diyelim ki kadın, eşiyle olan ilişkisinde öfkesini bastırıyor, içine atıyor. Çünkü öğrendiği şey bu; eşe öfkeni ya da kızgınlığını söylersen ters tepebilir. Ne yapıyor? Mutfağa giriyor, öfkesini bardaklardan, çanak, çömlekten çıkarıyor. Onu yapamazsa, bir süre sonra depresif bir kadına dönüşüyor. Ya çocuklarına bunu bağırarak çağırarak, şiddet uygulayarak yansıtıyor ya da saçları dökülüyor, farklı rahatsızlıklar çıkıyor. Duyguları bastırmayalım derken böyle olur olmaz abartılı bir şekilde patlatalım da demiyorum. Demek istediğim duygunun bastırılmadan, uygun dille ifade edilmesi. Örneğin; “Ben sana kızgınım. Çünkü ben senin eve daha erken gelmeni, akşam sofrasında çocuklarla birlikte oturmanı istiyorum. Buna ihtiyacım var.” dediğinizde bu ne bastırılmış, ne de patlamış bir öfke olmuş oluyor. Doğru ifade edilmiş bir kızgınlık ifadesi oluyor. Şunu unutmamak gerek ki, duygunun ifadesinde “ben ne hissediyorum” diye kendimize dönüp sorduğumuzda, hissettiklerimizi karşımızdakine veya kendimize en güzel ifade ile ifade ettiğimizde hastalanmıyoruz ya da daha az hastalanıyoruz.
Oruç ibadetinin tüm öğretilerde bir yeri var. İslâm’ın şartlarından da birisi. Özellikle oruç ve duygu ilişkisi noktasında söyleyecekleriniz var mı?
Bedenimiz, zihnimiz, duygularımız, ruhumuz ve sosyal tarafımız hepsi bir bütün. Duygu dediğimizde bütün bunları düşünüyoruz. Oruçla birlikte bedensel bir arınmaya girmiş oluyoruz. Bu da şu demek oluyor; daha çok kendimize, enfüsî, iç dairemize dönüyoruz. Bu noktada duygularımızı daha çok fark edebilme ihtimalimiz var. Genelde oruçla, öfkeyi yan yana almaya çalışıyor insanlar. Oruç tutunca açlık şekeri düşüyor, o da sizi daha kızgın öfkeli ve daha saldırgan yapıyor gibi şeyler söyleniyor. Kesinlikle böyle değil. Beden sürekli yemeğe, atıştırmaya alışkınsa orucun başlangıç günlerinde yeni duruma adapte olamıyor. Ama sonrasında o dış dünya, yeme-içme ile bağı ne kadar kesilirse, insanın kendisi ile karşılaşma ihtimali o denli yüksek oluyor. Ters bir orantı var burada. O nedenle oruç ve Ramazan’la beraber duygularımızı daha bir fark edebiliriz. Ramazan ve oruçla; yardım etmek, teşekkür etmek, şükretme, yiyeceklerin her birisinin lezzetinin daha fazla farkına varmak, açlığın nasıl bir şey olduğunu fark edip diğer insanlara şefkat üzerinden ilişki kurabilmek gibi birçok duygumuzun aktive olduğu, bir sürece başlamış oluyoruz. Duygularımızla ilgili derin nefes almak, kalbimize doğru bakmak, ben ne hissediyorum demek, o hissimizi tanımlamaya çalışmak, kızgınsak, ben neye kızıyorum? Bu kızgınlığımın altında ne var? Aslında oruçla kul olduğumu fark ediyorum. Belki bir emre tabi olduğumu fark ediyorum. Bu kızgınlığımın altında bir acziyet duygusu olabilir mi? gibi bir tefekkürün de bence başlangıcı oluyor.
Duygular üzerinden tefekkür etmek…
İnsanın en büyük ibadeti tefekkürdür değil mi? Düşündüğümüzde nafile bir ibadet ama “Bir saat tefekkür bazen bir sene ibadetten daha hayırlıdır.” Duygularla karşılaşmanın her anını aslında ibadete dönüştürebiliriz. Farkındalık ve tefekkür üzerinden duygularımızla karşılaşırsak hemen her amelimiz bir ibadete dönüşebilir. Mesela ev hanımıyız, akşam için yemek hazırlıyoruz. Ne bekliyoruz orada, birileri bunu görsün, takdir etsin, beğensin. Ki bir hanım için ev işleri de ibadettir. Ertesi gün tekrar yemek yapabilmemiz için fark edilmeye, farkındalığa, teşekküre ihtiyacımız var. Diyelim ki siz zorlanarak bir şeyler hazırladınız, sofrayı kurdunuz, çocuklar, eşiniz oturdu. Eşiniz diyor ki “bu yemekte bir şey eksik olmamış, beğenmedim”. Hemen orada hissettiğiniz şeye bir dönün bakın, ne hissettiniz? Takdir görmemiş olmak, teşekkür edilmemiş olmanın duygusu var değil mi? Hemen oradan bir tefekkür geliştirebilirsiniz. “Ben kendi hayatımda, Rabbimin bana ömrümün başından bugüne kadar verdiği o kadar çok şeyi burun kıvırıyorum ki. Bu nasıl bir duygu? Ben burada üç tane yemeğe burun kıvrıldığında mutsuz hissediyorum kendimi. Hayatımdaki şükür kavramı nerede?” dediğimizde, o zaman “Elhamdülillah” dememizin anlamı çok daha farklı, ruhlu oluyor. Yaşadığınız her duyguyu “aman boş ver” deyip geçmek yerine, üzerinde durup yatay düzlemden, dikey düzlemle bağlantı kurarsanız, binlerce bağ bulabilirsiniz diye düşünüyorum.