Nurdan Sayfalar

“Yaz mevsiminde dünya gafleti ziyade hükmeder.”

Said Nursî, bahar mevsiminde menzilinin önündeki muhteşem çınar ağacının dalları ara­sındaki kulübeciğe çıkar, vazifesini orada îfa eder; Risale-i Nur’un hakîkatlerini, menba ve maden-i hakîkisi olan mele-i alada tefeyyüz ve temaşa ve tefekkür ederdi. Üstadın, gerek sır­rına mazhar olan bu çınar ağacı ve gerekse çam dağlarındaki o çok ünsiyet ettiği ağaçların ve dağların başındaki tefekkür ve hissiyatını ifade edebilmek acaba mümkün müdür? Asla müm­kün değildir.

*****

Said Nursî Hazretleri Barla’da iken, yaz aylarında bazan Çam Dağına çıkar, bir müddet yalnız olarak orada kalır­dı. Bulundukları dağ hayli yüksekti. Barla dershane-i Nu­riyesinin önündeki çınar ağacının tepesindeki kulübeciği gibi, Çam Dağı’nın en yüksek tepesinde olan iki büyük ağaç üzerinde dershane-i Nuriye mânâsında birer menzili vardı. Bu çam ve katran ağaçlarının tepelerinde, Risa­le-i Nur’la meşgul oluyordu. Hem ekser zaman­lar, Barla’dan, bu ormanlık havaliye gelip giderdi. Ve derdi ki: “Ben bu menzilleri, Yıldız Sarayına değişmem.”

(Bediüzzaman Said Nursî/ Tarihçe-i Hayat)

Bilirsiniz ki, yaz mevsiminde dünya gafleti zi­yade hükmeder. Ders arkadaşlarımızın çoğu fütûra düşüp tâtil-i eşgale mecbur oluyor. Ciddî hakaikle tam meşgûl olamıyor. Cenab-ı Hak, kemal-i rah­metinden, iki senedir ciddî hakaike nisbeten ye­mişler, fâkiheler nev’inden tevafukat-ı latîfeyle ezhânımızı taltif etti, zihnimizi neş’elendirdi. Ke­mal-i merhametinden o tevafukat-ı lâtîfe mey­veleriyle, ciddî bir hakikat-i Kur’âniyeye zihnimizi sevk etti ve ruhumuza, o meyveleri gıda ve kut yaptı. Hurma gibi, hem fâkihe, hem kut oldu. Hem hakikat, hem ziynet ve meziyet birleşti.

(Bediüzzaman Said Nursî/ Barla Lâhikası)

Güzel şeylere ve bahara meşrû muhabbetin, yani, “Ne kadar güzel yapılmış” nazarı ile o âsâ­rın arkasındaki ef’âlin güzelliğini ve intizamını ve intizam-ı ef’âl arkasındaki güzel esmânın cilve­lerini ve o güzel esmânın arkasında sıfatın tecel­liyâtını ve hâkezâ, sevmekliğin neticesi ise, dâr-ı bekàda o güzel gördüğün masnuâttan bin defa daha güzel bir tarzda, esmânın cilvesini ve esmâ içindeki cemâl ve sıfatını Cennette görmektir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî Radıyallâhü Anh demiş ki: “Letâif-i Cennet, cilve-i esmânın temessülâtıdır.” Teemmel!

(Bediüzzaman Said Nursî/ Sözler)

Güzel şeylere muhabbetin, mâdem Sâni’leri hesâbınadır, “Ne güzel yapılmışlar” tarzındadır. O muhabbetin, bir leziz tefekkür olduğu halde hü­sünperest, cemâlperest zevkinin nazarını, daha yüksek, daha mukaddes ve binler defa daha güzel cemâl mertebelerinin defînelerine yol açar, bak­tırır. Çünkü, o güzel âsârdan ef’âl-i İlâhiyenin gü­zelliğine intikal ettirir; ondan esmânın güzelliğine, ondan sıfatın güzelliğine, ondan Zât-ı Zülcelâlin cemâl-i bîmisâline karşı kalbe yol açar. İşte bu mu­habbet, bu sûrette olsa, hem lezzetlidir, hem ibâ­dettir ve hem tefekkürdür.

(Bediüzzaman Said Nursî/ Sözler)

Ey insan! Bil ki, insanların ağzından çıkan ve dinsizliği işmam eden dehşetli kelimeler var; ehl-i iman bilmeyerek istimal ediyorlar. Mühimlerinden üç tanesini beyan edeceğiz.

* Birincisi: Evcedethu’l-esbab, yani, “Esbab bu şeyi icad ediyor.”

* İkincisi: Teşekkele binefsihî, yani, “Kendi kendine teşekkül ediyor, oluyor, bitiyor.”

* Üçüncüsü: İktezathu’t-tabiat, yani, “Tabiîdir, tabiat iktiza edip icad ediyor.”

Evet, madem mevcudat var ve inkâr edilmez. Hem, her mevcut san’atlı ve hikmetli vücuda geli­yor. Hem madem kadîm değil, yeniden oluyor. Her­halde, ey mülhid, bu mevcudu, meselâ bu hayva­nı, ya diyeceksin ki, esbab-ı âlem onu icad ediyor, yani esbabın içtimaında o mevcut vücut buluyor; veyahut o kendi kendine teşekkül ediyor; veyahut, tabiat muktezası olarak, tabiatın tesiriyle vücuda geliyor; veyahut bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretiyle icad edilir.

*****

Eğer gayet intizamlı, mizanlı, san’atlı, hikmetli şu mevcudat, nihayetsiz kadîr, hakîm bir zâta ve­rilmezse, belki tabiata isnad edilse, lâzım gelir ki, tabiat, her bir parça toprakta, Avrupa’nın umum matbaaları ve fabrikaları adedince makineleri, matbaaları bulundursun, tâ o parça toprak, men­şe ve tezgâh olduğu hadsiz çiçekler ve meyvele­rin yetişmelerine ve teşkillerine medar olabilsin. Çünkü, çiçekler için saksılık vazifesini gören bir kâse toprak, içine tohumları nöbetle atılan umum çiçeklerin birbirinden çok ayrı olan şekil ve heyet­lerini teşkil ve tasvir edebilir bir kabiliyeti, bilfiil görülüyor. Eğer Kadîr-i Zülcelâle verilmezse, o va­kit, o kâsedeki toprakta, her bir çiçek için mânevî, ayrı, tabiî bir makinesi bulunmazsa, bu hal vücuda gelemez. Çünkü tohumlar ise, nutfeler ve yumur­talar gibi, maddeleri birdir.

(Bediüzzaman Said Nursî/ Lem’alar)

Lugatçe:

Tefeyyüz: Feyizlenmek.

Tâtil-i eşgâl: Çalışmayı durdurma, görevini yapmama.

Fakihe: Yaş meyve.

Temessülât: Belirmeler, görünmeler.

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*