Empati duygusunun, üzerine bunca kelam edilecek kadar değerli bir şey olduğunu daha önceleri ben de bilmiyordum. Bence ben gayet empatik bir insandım ve empati de çok kolay bir şey idi: kendini başkasının yerine koymak. Ne zamanki anne oldum, evladıma karşı şefkatle, empatiyle yaklaşmaya dair bir gayret benimsedim; o zaman anladım ki empatik yaklaşım öyle bir gözlük imiş meğer bir kere takıldı mı artık herkese, her şeye o gözle bakılıyor. Onu bir hayat felsefesi edinince ancak gerçekten empati sahibi bir insan olunabiliyor. Nasıl ki annelik şefkati, sadece kendi yavrusuna değil bütün yavrulara karşı merhameti gerektirir. Öyle de anne olduktan ve empatiyi kullanmaya başladıktan sonra sadece bebeğime karşı değil herkese, başta annelere karşı daha empatik yaklaşmaya başladım. Ve önceleri ne kadar iyi niyetli de olsam bazı söz ve davranışlarımın anneleri nasıl etkileyebileceğini düşünüp, öngörüp kendime çeki düzen vermeye karar verdim. Bu yazıda size kendi empatik düşünme çabalarımdan bahsedeceğim biraz. Amacım, öncelikle taze bir anne olarak benimle aynı psikolojik süreçlerden geçen, geçmiş veya geçecek olan hemcinslerime bir parça da olsa anlaşıldıklarını hissettirmek. Bir de bu yazıyı okuyan diğer insanlara -bu durumun içine girmesi biyolojik olarak imkansız olan erkeklere, henüz anne olmamış kadınlara ve çoktan anne olmuş tecrübeli ama o ruh halini unutmuş veya yardım etme isteği baskın gelen kadınlara- bu duruma dair bir farkındalık vermek. Zira millet olarak çok alışkın olduğumuz ancak empatik olmayan bazı tavırlarımız bu kadınları çok yaralıyor. Bu yüzden farkındalığımızı bir parça artırmak bize çok iyi gelecek kanısındayım.
Anne olmadan öncesine de temas etmek istiyorum aslında. Önceden arkadaşlarıma sormaktan çekinmediğim bir soruydu: Var mı bir şeyler? Farklı versiyonları da mevcut: “Çocuk düşünmüyor musunuz?” ya da “Yeğen sevmeyecek miyiz?” gibi. Ne zaman ki anne oldum, empati duygum gelişti, bu soruyu sormaya çekinmeye başladım. Acaba soruyu sorduğum insana ne hissettirecektim? Belki eşiyle problemler yaşıyordu. Evlilikleri oturmamıştı ki bir çocuğun sorumluluğunu almaya hazır hissetsin kendini. Belki o istiyor ama eşi henüz istemiyordu. Belki ikisi de çok istiyor fakat Cenab-ı Hak henüz nasip etmiyordu. Alacağım cevap ne olursa olsun diyeceğim şey, “Allah hayırlısını versin.” demek olmayacak mıydı? O zaman insanların yarasını deşmenin âlemi neydi? Duamı herhalukarda edebilirdim o kişi için. Hepsi bir kenara; bu aslında çok mahrem bir konu idi. O yüzden en yakın, en samimi arkadaşlarıma karşı bile bu soruyu iletişim kutumdan yok ettim. İnsanlarla iletişim kurmak, onlarla ilgilendiğimi göstermek için böyle mahrem bir konudan gereksizce söz açmamalıydım.
Bir diğer konu esasında öğrencilik yıllarımdayken aklıma takılmıştı. Psikoloji bilimi, insanın duygularla doğmadığını, duyguların sonradan öğrenildiğini ortaya koymuş. Ve kaygı bizim anne yoluyla çok erken, hatta ilk öğrendiğimiz duygulardan biriymiş. Yeni doğum yapmış bir annenin en temel kaygısı da “Sütüm yetiyor mu, bebeğimi besleyebiliyor muyum?” endişesi. Bu bilgiyi öğrendiğimde bu kaygının kaynağını sorgulamıştım zira insanı Yaratan, onun rızkını kan ve fışkı ortasından büyük bir rahmet eseri olarak gönderiyorken bu endişe nedendi? Hem hayvanlarda sütün yetmemesi gibi bir durum da gözlenmiyordu. Üstelik aynı bilim biyolojik olarak annenin evladını, hatta çoğul doğumlarda bile evlatlarını besleyecek yeterli sütü üretebileceğini de ispatlamıştı. Gerçek bu iken bazı kadınların sütünün yetmemesi durumu nereden çıkıyordu peki? Anneliğe hazırlık sürecinde aldığım eğitimler ve yaptığım okumalarda bu sorunun cevabı karşıma çıkmıştı. Sütün az gelmesinin iki sebebi var. Birisi fizyolojik; yanlış emzirme şekli. Bu durum emzirmenin ve süt üretiminin kalitesini çok ciddi etkiliyor. Diğer neden ise psikolojik; stres! Daha açık ifade etmek gerekirse; “Sütün yetiyor mu? Emiyor mu? Doyuyor mu? Hep mi memede, demek doymuyor. Bu çocuk aç. Mama sen ver buna. Zayıf ya bu.” Öylesine ne konuştuğumu bilmeden ne büyük kötülük yapıyormuşum, bunu anne olunca anladım. Oysa bunlar etrafımda çok duyduğum, normal gördüğüm konuşmalardı. Bebek ziyaretine gittiğimde başka ne konuşabilir, ilgilendiğimi nasıl gösterebilirdim ki? Halbuki anne olduktan, bu konuları öğrendikten sonra anladım ki ne kadar iyi niyetli bile olsa bu ifadeler annede zaten muhtemel kaygıyı artırdığı için stres hormonunun salgılanmasına sebep oluyor ve o stres hormonu da süt üretiminde başı çeken iki değerli hormondan biri olan oksitosin hormonunu baskılıyordu. Düşüncesizce yaklaşımım yüzünden tek bir annenin bile stresini azıcık artırmış olmanın verdiği vicdan yüküyle baş başa kalınca, bundan sonra bu soruları da iletişim kurma çabama alet edip taze bir anneyi incitmeyeceğime dair kendime söz verdim.
Çok mu hareketli bu çocuk? Yemek yiyor mu? Babasına mı benziyor? Hep mi kucağında? Daha ne zamana kadar seninle uyuyacak? Okula giderken de ağlıyor mu? Hâlâ mı bez bağlıyor? Hep böyle inat mı? vesaire vesaire. Dilimin ucuna gelecekken tutuyor ve kendime şu soruyu soruyorum: Bunu bilmemin bana ne faydası var? Dahası, karşımdakine ne faydası olacak? Anlatmak ona iyi mi gelecek yoksa aynı sorulara defalarca kezdir aynı cevapları verdiği için başka duygular mı tetiklenecek? Hem ne lüzumu var? Ama belki bir yardımım olur. O zaman da şunu hatırlatıyorum kendime: Karşımdaki bir anne, evladını benden daha çok sever, daha iyi düşünür -tıpkı benim evladımı düşündüğüm gibi. Eğer gerçekten bir şeylerin yanlış gittiğini ya da yardıma ihtiyacı olduğunu gözlemlemişsem, düşünüyorsam -ki gerek mizaç olarak gerekse meslek itibariyle insanlara yardım etmek konusunda çok motive bir kişiyim- basitçe şunu söylüyorum.
“Herhangi bir şeye ihtiyacın var mı? Bir sıkıntın var mı? Kendini nasıl hissediyorsun? Herhangi bir konuda aklına takılan bir şey olursa çekinmeden bana sorabilirsin. Seninle tecrübelerimi seve seve paylaşırım.”
Ben bir kapı açmış oluyorum. Eğer düşündüğüm gibi karşımdaki yardıma ihtiyaç duyuyorsa ya o an ya da daha sonra o kapıyı çalıp fikrime başvuruyor zaten. Hem ben o insanı gereksiz yere kaygılandırmıyorum, hem de kendi talep ettiği için fikirlerim daha önemsenmiş ve tesirli şekilde kabul görüyor. Aksi halde ben ne kadar doğru bilsem ve söylesem de konuşmuş olmak için konuşacağım ve o da dinlemiş olmak için, ayıp olmasın diye dinleyecek ama hiçbir şey almayacak.
Sizce de öyle değil mi?