“İnsanda öyle bir latife, öyle bir halet vardır ki, o latife lisanıyla her ne sual edilirse -velev ki fasık da olsun- Cenab-ı Hak o latifeye hürmeten o matlubu yerine getirir. O lâtîfe pek uzaktan bana göründü ise de, teşhis edemedim”1
Mesnevî Nuriye’de geçen bu ifadelerden anlıyoruz ki, insandaki kuvvetli bir his duayı makbul kılmaktadır. Bu öyle bir lâtife, bir his ki, o his ile isteyen, fâsık, imansız biri dahi olsa duası kabul olur. Bediüzzaman Hazretleri, Mesnevî Nuriye’yi 1920 yıllarında yazmıştır. Daha sonra telif ettiği eserlerine baktığımız zaman bu hissin ne olduğuna dair ip uçlarına ulaşmamız mümkündür. Meselâ “İhlâs ile kim ne isterse Allah verir.”2
Bir diğer örnek de, Yirmi Dördüncü Mektûbun Birinci Zeylinde ifade edilmektedir. Bediüzzaman Hazretleri, duâların;
1- İztırar ve çâresizlik derecesine gelmesi halinde,
2- Fıtrî ihtiyaca tam uygun olması halinde,
3- İstidat ve kabiliyet lisânı ile istenilmesi halinde,
4- Sâfî ve hâlis kalbin lisânıyla yalvarılması halinde “ekseriyet-i mutlak ile makbul” olduğunu beyan eder.
Teşhis edilemeyen o hissin, samimiyetle, ısrarla, çok şiddetli istemek olduğunu anlıyoruz. Allah’a imanı olmasa dahi, bazı bilim insanlarının gösterdiği başarılar buna örnektir. Bu öyle tesirli ve sırlı bir histir ki, hatta “Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlâs ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.”3
Bu sır, imanı olmasa da bazı düşünür ve yazarlar tarafından da keşfedilmiş olmalı ki, bu konuda piyasaya bir çok yabancı ve yerli kitap çıkmıştır. Mesela bir zamanlar çok satan “The Secret” kitabını bilmeyen yoktur. Onlar buna “dua” demiyor ya da Allah’dan istemiyor ama güçlü bir şekilde istiyor ve isteklerinin olduğunu hayal ediyorlar. Bu tarz kitaplar “Neye odaklanırsan onu kendine çekersin”, “İçtenlikle iste, hayal et, gerçek olsun” mesajları veriyor. Her ne kadar Allah’dan bahsetmeseler de, herşeyin üzerinde bir gücün onların isteklerine karşılık verdiğini vicdanlarının derinliklerinde hissediyorlar. Dua, her şeyi yaratan ve sonsuz cömert ve zengin olan Allah’dan istemektir. “Evrene mesaj göndermek” adını verdikleri, düşünce ve hayallerin enerjilerinin istenilen frekansı çekeceği düşüncesi çok eksik ve çarpıktır. Buna rağmen, Allah’ın kâfir bile olsa samimiyetle isteyene istediğini verdiği gerçeğini düşündüğümüzde, samimiyetle isteyene vermek İlâhi bir kânundur diyebiliriz. Hadis-i şeriflerde rivayet edildiği üzere kâfirin cenneti bu dünyadan ibaret olduğu için, istediklerini bu dünyada vermek Ona göre bir hiç hükmündedir ve mümkündür. Mü’minlerin Allah’a ihlasla yaptıkları duaların neticelerine onlar asla ulaşamazlar. Zira onların duaları ebediyete bakar. Büyük bir kısmı ahirette ebedî kalacakları cennetler olarak; o cennetlerde meyveler, saraylar, bağlar, bahçeler, ırmaklar, içecekler, taçlar, kıyafetler ve daha bilemediğimiz ve saymakla bitiremeyeceğimiz nimetler şeklinde kabul olacaktır.
Dua etmek, Allah’a dayanmak, her işini O’na havale etmek, yalnız O’ndan yardım istemektir. Allah’a iman edenlerin elinde dua gibi güçlü bir silah varken, alt edemeyeceği düşman olmasa gerek. İş, bu silahı kullanabilmektedir.
Dipnotlar: 1.Mesnevi Nuriye s.378 2.Lem’alar 20.Lem’a 2.Lem’alar 21.Lem’a