2020 yılının Şubat ayında sessiz sedasız bir şekilde Çin’in Wuhan kentinden bir virüs hakkında bilgiler gelmeye başladığında, henüz birçok kimsenin gündemine bile düşmemişti. Ölüm haberlerinin gelmeye başlaması ve bir anda birçok ülkeye sıçraması ile Dünya gündemine bomba gibi düşüverdi. Yıllar önce ‘’sarıhumma ve veba’’dan milyonların kırıldığı bilgilerini okurken, bu denli bir salgının nasıl olduğuna dair pek bilgimiz yoktu. Ama zaman geçtikçe Dünya çapında işin ciddiyeti ortaya çıkmaya başlamıştı. Buraya kadar çok kısa da olsa hepimizin bildiği CORONA ile tanışmıştık. Herkeste bir korku ve bilinmezliklerle birlikte, ülkemizde de salgın başlayınca, kendi tedbirlerimizi almaya başladık. Şuan çok şükür, sağlık ordusu olarak ve onların bir ferdi olarak çok yol katettiğimizi söyleyebilirim.
Bu minvalde virüsün en etkili olduğu hastalara baktığımızda, kronik akciğer hastalığı olanlar başta olmak üzere, immün sistemi zayıf olan herkesi etkilediği ortaya çıkınca, buna yönelik çalışmalar hız kazandı. Virüse karşı kullanılan kinin, Favipril, Oxaparin, antibiyotikler, kan sulandırıcılar, vitamin destekleri derken işin içine ayrıca manevî moral-motivasyon veren bir şeyleri koymamız gerektiği ortaya çıktı.
Bu konu üzerinde düşünürken, Bediüzzaman’ın 1934 yılında Isparta’da yazmış olduğu Hastalar Risalesi’ni (86 yıl önce yazılan bir eser) bu gözle yeniden incelenmesinin önemi aklıma geldi. Okuyanlarda manevî yönde moral-motivasyon yapması, hastalığa bakışta çok farklı bir dizayn getirmiş olması ilginçti. Bu bakış ile hasta isek hastalığa, değilsek, daha hasta olmadan, İmmün sistemimizi ayakta ve dirençli hale getirebilecek kazanımları vermesi dikkate değerdi.
DSÖ, (Dünya Sağlık Örgütü) sağlığı şöyle tanımlıyordu “Sağlık sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, bedence, ruhça ve sosyal yönden tam iyilik halidir.” Hastalar Risalesi’nde ise, aklın, kalbin, ruhun, bedenin, nefsin, heva ve heves ile beraber insanda derc edilmiş tüm sırlarla birlikte, iyilik halinde olma durumunu tanımlıyordu. Ayrıca, hastalıklar gelmeden tedbir alınmasının ne kadar ehemmiyetli olduğundan bahsediliyordu. Birçok hastalıklara karşı, nasıl yaklaşım içinde olunacağını, her bir devanın içinde farklı şekilde ifadeleri bulduk. Bu eser, hastalar tarafından okunmaya başlandığında hem yol gösterici, hem de yakalandıkları hastalıklara karşı pozitif yönde bir değişimi başlattığını, İmmün sistemlerini daha dirençli hale soktuğunu klinik gözlemlerimizde de gördük.
Hastalığa olan bakışın pozitif yönde değişimi ile birlikte, hastalığı kabullenme evresinin ve daha sonrasındaki zamanlarda ciddi değişimlerin olduğunu belirledik. Her bir devadaki hastalığa bakışı tek tek almaya çalıştık ve her birinin ilk önce hastayı teşhis ettiğini ve daha sonra manevi anlamda reçetelerini de yazdığını gördük.
Birinci Deva’da, “Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana dert değil, belki bir nevi derman” olduğunu, İkinci Deva’da “Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet” hükmüne getirdiğini, bu uzun ömrü kazandıran hastalıktan teşekkî değil, teşekkür etmek gerektiğini gördük. Üçüncü Deva’da, “Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve afiyetin gaflet verdiğini, dünyayı hoş gösterdiğini, âhireti unutturduğu sebebi ile hastalığın bu nokta-i nazardan hiç aldatmaz bir nâsih ve ikaz edici bir mürşit olduğunu” gördük. Dördüncü Deva’da, “Şekvacı hasta”ya seslenişi, Beşinci Deva’da, “Hastalık bir ihsan-ı İlâhî, bir hediye-i Rahmânî” oluşunu öğrendik. Altıncı Deva’da Dünya bir gün bize “Haydi, dışarı” diye kovmadan, hastalıkların ikazıyla şimdiden onun aşkından vazgeçmemiz gerektiğini, o bizi terk etmeden, kalben onu terketmemiz gerektiğini yeniden öğrendik.Yedinci Deva’da, “Gururu bırak, aczini anla. Malikini tanı, vazifeni bil” ifadeleri ile dünyaya niçin geldiğimizi öğrendik. Sekizinci Deva’da, “Hastalıkların sabun gibi, günahların kirlerini yıkadığını, temizlediğini öğrendik. Dokuzuncu Deva’da, ehl-i iman için ölüm, vazife-i hayat külfetinden bir terhistir. Rahmet kapısıdır, ehl-i dalâlet için zulümat-ı ebediye kuyusu olduğunu, Onuncu Deva’da, merakın hastalığı ziyadeleştirdiğini, On Üçüncü Deva’da, hastalığın gafleti dağıtıp, âhireti düşündürdüğünü, On Beşinci Deva’da, “En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en kâmilleridir” cümlesini duyunca şükretmek için tekrardan ellerimizi Rabbimize açtık. On Altıncı Deva’da, hastalığın içtimaî hayatta hürmet ve merhameti telkin ettiğini, On Yedinci Deva’da, hastalıkların duanın vakti olduğunu, On Sekizinci Deva’da, Rububiyet-i İlâhiyeyi tenkit etmenin, maddî hastalıktan daha musibetli, mânevî bir hastalık olduğunu öğrendik. Bu cümleyi okuyunca “Acaba benim gaflet anlarımdaki Rabbimin hoşnut olmadığı şeyler ne?” Sorusu ile yeniden benliğimize döndük Yirminci Deva’da, hastalıkların su-i istimâlâttan, perhizsizlikten ve israftan ve hatalardan ve sefahetten ve dikkatsizlikten geldiğini öğrendik. Özellikle son deva olan Yirmi Beşinci Deva’da, hastalık madem gafleti kaldırıyor, iştihayı kesiyor, gayr-ı meşru keyiflere gitmeye mâni oluyor; ondan istifade etmeyi, hakikî imanın kudsî ilâçlarından ve nurlarından, tevbe ve istiğfarla, dua ve niyazla istimal etmeyi öğrendik. Bu bakışımızın değişikliği ile beraber imanın keyfini yaşamayı ve onu keşfetmeyi yeniden öğrendik.
Bu bakış tarzımızın yeniden hastalarımızla tesisi noktasında birçok hasta ile paylaşıldığında inanın bana duygu ve düşüncelerinin değiştiğini, moral olduğunu ve hayata daha farklı baktığını söyleyebiliriz. Bu gelişimle birlikte hekimliğin yapısında da değişimin şart olduğu ortaya çıkmaktadır. Çalışma alanları ve sistemleri ele alındığında, sıkıştığı dar kalıpların dışına çıkmasının elzem olduğu görülmektedir. Etik, ahlâk ya da dinî motiflerle hastasına nasıl yaklaşması konusunda, belirlenen alan ve izinlerde, hastasının gönül teline dokunan, güven veren, sarıp-sarmalayan bir yapıda olması, yeni metodun en önemli şartı olarak görülüyor. Selam ve dua ile.
Op. Dr. Aytekin COŞKUN