Kurşun Kalem

Beyaz kase

Dışarıda buz gibi bir hava. İstanbul’un iliklere işleyen nadir tipili zamanlarından bir gün… Rüzgâr var, kar var, hava inanılmaz soğuk. Üzerimde kalın mont pardesüm var, kalın giyinmişim, üstüme de kırmızı şal almışım ama ne yapacağım diye hâlâ düşünüyorum. Pulman Otel’de gazetenin programı var, oraya gideceğiz. İki çocuk, eşim ve ben ta Sakarya Geyve’den gelmişiz ama İstanbul’da tipinin esareti altındayız. Güzergâhı öğrendik, hangi otobüsle oraya gideceğimizi öğrendik, Vefa’nın dar sokaklarından otobüs durağına yürümeye başladık. Yürüyoruz bile denemez hatta. Yürümeye çalışıyoruz demeliyim sanırım. Rüzgâr normal yürümemizi engelliyor çünkü.

Neyse güç bela durağa vardık, otobüse bindik, son durakta indik. Bu süre zarfında hem rüzgârın şiddeti artmış, hem karın yoğunluğu… Birbirimizi göremiyoruz neredeyse. Kızım, ‘ben donuyoruum’ demeye başladı. Baktım titriyor. Şalımı çıkarıp yüzüne gözüne bürüdüm. Çünkü yüzümüze rüzgarla çarpan kar taneleri, bıçakla kesiyor gibi adeta. Dördümüz de büzüşmüş vaziyette ilerlemeye çalışıyoruz. Hayatımda öyle bir tipiye daha önce yakalanmadığımı düşünüyorum yürürken. Eşim biraz önden gidiyor ki, araba vasıta birşey bulabilir miyim diye. Çünkü otel karşıda, biz bu taraftayız ve aramızdaki yol yayalara açık değil. Karşıdan karşıya geçerek otele ulaşmanın imkanı yok yani.

Biraz sonra geldi önümüze. Gelin şurada biraz ısınalım dedi. Lüks bir lokantanın bahçesinden yürüyormuşuz. Güvenlik kulübesi, vale gibi işleri yapan bir adam var kulübede. Zaten çocuklar mahvolmuş vaziyetteler, başka çaremiz yok. Adam davet ediyor zaten, gelin ısının diye. Girdik hepimiz, ısınıyoruz. Hatta öyle ki buzlarımız yeni yeni çözüyor gibi hissediyoruz, o derece.. Isınırken eşim bir yandan adamlarla sohbete başladı. Nerelisiniz, burada ne iş yaparsınız vs. Amca çocukları, bu lüks lokantada çalışıyorlarmış. Mardin miydi, Batman mıydı bir yerden gelmişler. Kimisi garson, kimi güvenlik, vale…

Biraz sonra bir tabak geldi istemediğimiz halde. Restaurantın kendine özel ürünüymüş, antep fıstıklı gözleme. Teşekkür ederiz sağolun gerek yoktu desek de yedik. İkram reddedilmez diyerek. Biraz daha ısındık. Derken beyaz bir kase içerisinde badem, ceviz, fındık, leblebi, antep fıstığı, kuru incir, kuru kayısı geldi. Alın lütfen, madem programa gidiyorsunuz, acıkırsınız dediler. Hatta kasesiyle birlikte verdiler, sizde kalsın diyerek. Biz bir yandan kuruyemişleri yerken, bir yandan da şaşkınlıkla birbirimize bakıyoruz. Onca kardan, tipiden sonra Allah’ın ikram ettiklerine bakarak şükrediyoruz. Kalkalım artık dediğimizde de durun bekleyin iki dakika dediler. Sırada ne var diye düşünürken, bir araç geldi önümüze. ‘Burdan karşıya geçemezsiniz, ilerde köprü var ama, oraya kadar boşuna yürümeyin’ dediler, ‘biz sizi bırakalım oraya.’

O anda içimde oluşan his, hep hatırlayacağım ve unutamayacağım bir şeydi. Minnet mi, merhamet mi, iyi insanlar hâlâ bitmemiş hissi mi? Yoksa bunların hepsi birden mi? Onların bunca lütfunun üzerinde Allah’ın rahmet eli olduğu muhakkaktı elbette. Onlara da sadece Allah razı olsun diyebildik. Ama hakikaten o sürûr halini ifade edecek kelime bulamıyorum. O zaman da bulamamıştım, şimdi de bulamıyorum.

Programa vaktinde yetiştik, gazetemizin programını kutladık. Tipiler dindi, kar bitti, biz evimize döndük ama o kaseyi her kullanışımda bütün bu macera geçer gözümün önünden. Güzel bir günün, yaşanmışlığın, güzel bir hediyesi olarak…

 

Havva Küçük Konur

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*