İnsanı gıybet etmeye teşvik eden sebepler çoktur. Bunlardan bazıları; kin ve öfke, enaniyet, kıskançlık, (kıskandığı kişinin bir açığını gördüğünde, hemen, onun o hatasını ifşa etmek ister.), su-i zan (Başkalarının kendisi hakkında konuştuğunu düşünmesi kişiyi gıybete sevk eder. Çünkü bu düşüncede olan bir kimse, kendisi hakkında konuştuğunu düşündüğü kimselerin gıybetini yapmak ister.) gıybette pasif olan kısmı ise, gıybet yapılan bir ortama giren kimsedir. Ortamda uyumsuzluk çıkartmamak adına o kimselerin konuşmalarına dâhil olur veya ses çıkarmaz, dinleyici konumuna girer. Bu da kişiyi gıybete sürükler. Başkalarını güldürmek maksadıyla insanların taklitlerini yapmak da kişiyi gıybete sokar. Bu sebeplerden anladığımız üzere, bütün kötü ahlâklar birbirlerini tetikler. Kötü ahlâk, kötü ahlâkı doğurur.
Yukarıda saydığımız özellikler ve durumlardan bir başkası, onlardan biraz daha masum gözükeni gibi görünen gıptadır.
Gıpta: Kişinin başkasında bulunan nimetin yok olmasını temenni etmeyerek aynı nimetin kendisinde de olmasını arzu etmesidir. Aslında, gıpta, bir nevi imrenmek olup İslâmî açıdan sakıncalı olmadığı gibi kıskançlık da değildir.
Çünkü kıskançlık; başkasında olan iyi halin ve nimetin yok olmasını arzu etmek olup, bu haram olduğu gibi aynı zamanda kötü bir ahlâktır. Kur’ân ve hadislerde kötülenmiştir. Türkçe de bunu kıskanmak ve çekememek kelimeleriyle ifade edebiliriz.
Hâlbuki gıptada böyle bir arzu yoktur. Yani başkasında görülen nimetin yokluğunu temenni etmeksizin, sadece kendisinin de aynı nimete sahip olmasını arzu etmesi demektir.
İlim, zenginlik, yardım etme vb. gibi konularda gıpta mubah görülmüştür. Fakat hırsızlık, tembellik ve serserilik gibi fiiller üzerindeki gıpta ise yasaklanmıştır.(1)
Gıpta, kıskanma ve hased ile karıştırılabilir bir özelliktir
Abdullah İbni Mes’ûd’dan (ra) rivâyet edildiğine göre Hz. Peygamber (asm) şöyle buyurmuştur: “Yalnız şu iki kişiye gıpta edilmelidir: Biri, Allah’ın kendisine verdiği malı hak yolunda harcayıp tüketen kimse, diğeri, Allah’ın kendisine verdiği ilimle yerli yerince hükmeden ve onu başkalarına öğreten kimse.”(2)
İyi davranışlarıyla topluma huzur dağıtan, iyi eserleriyle insanların hakla tanışmasını sağlayan kimselere gıpta ile bakmak ve onlar gibi olma özlemini çekmek normal davranışlar olarak görülebilir. Resulullah (asm), Allah’ın kendisine verdiği malı hak yolunda harcayan, Allah’ın verdiği ilimle amel eden ve bunu insanlara öğreten kimseye karşı hasetliğin olmadığını, bilâkis bunun gıpta ile karşılanması gerektiğini vurgulamıştır. Şuurlu bir Müslüman, insanların hayırlılarına gıpta eder, insî ve cinni şeytanların kötülüklerden uzaklaşır.
Görüldüğü üzere, Allah indinde ve Resulullah’ın (asm) hadislerinde gıpta ile ilgili olumlu yönde bahsedilmesine rağmen, Üstad Bediüzzaman risalelerde birkaç yerde gıptanın olmaması gerektiğini belirten açıklamalarda bulunmuştur.
Meselâ, bunlardan biri 20. Lem’a, 7. Sebepte şu şekildedir; “Umur-u diniye ve uhreviyede rekabet, gıpta, haset ve kıskançlık olmamalı. Ve hakikat nokta-i nazarında olamaz. Çünkü kıskançlık ve hasedin sebebi: Bir tek şeye çok eller uzanmasından ve bir tek makama çok gözler dikilmesinden ve bir tek ekmeği çok mideler istemesinden, müzahame, münakaşa, müsabaka sebebiyle gıptaya sonra kıskançlığa düşerler.” Burada, Üstad, gıptayı, belli aşamalardan sonra hased ve kıskançlığa ulaştırabileceği için diğerleri ile aynı sınıflandırmanın içine almış olduğu anlaşılıyor.
İkinci örnekte, 21. Lem’a İhlâs Risalesi’nin(bilindiği gibi aynı zamanda 15 günde bir okunmasını da istemiştir) ikinci düsturunda gıptaya sebebiyet vermemek için bu prensibi sayıyor. “Bu hizmet-i Kur’âniye’de bulunan kardeşlerinizi tenkit etmemek ve onların üstünde faziletfuruşluk nevi’nden gıpta damarını tahrik etmemektir.”
Görüldüğü gibi gıpta, Kur’ân ve sünnette normal bir durum olmasına rağmen, risalelerde bazı yerlerde iyi olmayan bir davranış biçimi olarak zikrediliyor. Neden, acaba?
Yukarıda alıntıladığımız birinci örnekte, gıptanın, devamında dünya işlerinde kıskançlığa ve hasede doğru yol açabileceğini belirterek yapılmaması gerektiğini söylüyor.
İkinci örnekte ise, gıpta damarı tanımlaması kullanıyor. Bu damarı uyandırmamak için, aynı hizmet grubu içinde bulunan kardeşler arasında, haklı veya haksız tenkit kapısını açmamak veya kendi yaptığı hizmetlerin üstün, faziletli olduğunu hissettirmek gibi davranışlarda bulunmamak gerektiğini bildiriyor.
Bu şekilde yapıldığı takdirde ve gıpta edildiğinde, (gıpta etmek, meşru bir his olmasına rağmen) devamında kıskançlık ve özellikle de, “gıptakârâne müzâhameye” sebep olma yolu açılabileceği için, “gıpta damarını tahrik etmemek”, olarak ”ihlâsı kazanma prensipleri/düsturları içinde sayılmıştır.
Peki, gıptakârâne müzâhame, ne demek, kardeşler arasında bir mahzuru var mı, acaba?
Gıptakârâne müzâhame; karşılıklı olarak birbirine eziyet verecek şekilde imrenmek anlamına gelmektedir. İşte sırf bu yüzden, Üstad, kardeşler arasında bir sıkıntı, eziyet oluşmamasının yolunu kesmek için bu konuyu açıklıyor.
Zaten, Üstad Bediüzzaman Said Nursi, İhlâs Risalesi’nde konunun devamı olan, ihlâsı kıran ikinci manide gıptanın niye olmaması ve böyle bir durum oluştuğunda ne yapılması gerektiğini şu şekilde açığa kavuşturuyor; “ Evet, eğer mesleğimiz şeyhlik olsaydı, makam bir olurdu veyahut mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu. Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir(3); gıptakârâne müzâhameye medar olamaz.”
Bu maniyi bizlerin nazarına sunmakla, Üstad, hem tenkit kapısını kapatmış, hem faziletini satmak gibi haletlerinin oluşmasını önlemiş hem de gıptanın kıskançlığa, hasede dönüşmesini ve dolayısıyla cemaatin birlik ve tesanüdünün bozulmasının önünü tıkamış olmaktadır.
Aynı zamanda ‘Uhuvvetteki makamın geniş’ olduğunu söylemek ve bildirmekle zaten gıptanın önünü kapamıştır. Çünkü ‘bir kardeşimizin beğendiği bir huyu veya özelliği, kardeş olmamız itibariyle zaten bizim de sayılır. Onun için gıpta edip de, ona imrenmeye ve kendimize eziyet çektirmemize gerek yok’ diyerek bizlere teselli, prensip sunmaktadır.
Yani, yapılması gereken iş, Üstad Said Nursî’nin dediği gibi “Kardeşlerinizin meziyetlerini şahıslarınızda ve faziletlerini kendinizde tasavvur edip, onların şerefleriyle şakirâne iftihar etmektir.”
Bir kardeşimizde olan hüner, maharet veya güzel meziyetlerden dolayı onu kıskanmak veya en azından ona gıpta etmemek gerekiyor. Çünkü Üstad bile diyor ki; “Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telâkkî ediyorum. Siz de Üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Adeta, her biriniz ötekinin faziletlerine naşir olunuz.”(4)
İnsan kardeşinde bulunan bir meziyeti, özelliği kendinin telâkki ettikten sonra kıskanmak veya gıpta etmek diye özelliğe hiç gerek olmadığını çok açık biçimde anlar.
Dipnotlar:
1. Abdullah Şevket, Ahlâk-ı Dini, 21
2. Buhari, İlim 15
3. Yani herkes birbirinin kardeşidir. Birinin yaptığı bir iyilik diğerinin de yapması demektir. Şahs-ı manevî içinde her şey ortaktır.
4. Barla Lahikası.87