“Bir kimsenin arkasından kendisinin hoşlanmayacağı bir şekilde konuşulması” olarak tanımlanan gıybet, Kur’ân’da “ölmüş bir kardeşimizin etini yemekle” bir tutulmakta. Hadislerde salih amelleri heba eden bir günah olarak işlenen gıybetten mü’minlerin uzak durması gerektiği ısrarla vurgulanmakta. Bediüzzaman, gıybetin nasıl bir zarar verdiğini anlatırken “ateşin odunu bitirmesi” ne benzeterek amellerimizi tehlikeye atışımıza dikkat çekmekte. Mevlânâ “Ambarında hırsız bir fare yoksa kırk yıllık kulluk buğdayın nerde?” diye seslenerek yapılan yanlışın tüm doğruları götürdüğünü ifade etmekte. Gelin görün ki tüm bu tüyler ürperten hakikatler ne beni, ne de bir başkasını gıybet etmekten alıkoymuyor maalesef. Etrafınızda–buna siz de dâhil–hiç gıybet etmemiş birinin olduğundan söz edebilir misiniz? Ya da sizin hakkınızda bugüne kadar hiç kimsenin konuşmadığı garantisini verebilir misiniz? Uhuvvet Risalesi’ni defalarca okuduğumuz ya da dinlediğimiz halde risalenin sonuna özenle yerleştirilmiş gıybet bahsinin uhuvveti ne denli zehirlediğini bilmemize rağmen bu, bizi gıybet hastalığından alıkoymuyor nedense. “Duygularımız körelmiş, iman zayıflığı” gibi sebepleri öne sürerek geçiştirmeye çalıştığımız mazeretlerimize kendimiz de çok inanmıyoruz gibi geliyor bana. Risale-i Nurların imânı “tahkiki” yapma boyutundaki tahşidatı bu sebepleri sıfırlıyor çünkü. Yaratıcının rızasını kazanma yolunda uğraş veren bizler nasıl oluyor da O’nun “ölü kardeşimizin etini yemek” kadar çirkin gördüğü bir davranışı hayatımızdan atamıyoruz? Tüm bu çirkinliğine rağmen çoğu zaman sohbetlerimizin en koyu anlarını işgal eden gıybeti niçin terk edemiyoruz? Ya da bizi gerçekten hangi sebep gıybete itiyor hiç düşündük mü? Bu probleme çözüm bulabilmek için problemi oluşturan sebeplerin de üzerinde durmak gerekiyor.
Uzunca bir süredir kafamı kurcalayan bu sorunun cevabını bir hayli düşündüğüm halde ben de geçerli bir neden bulamamıştım. Ta ki uhuvvet bahsini beynimi tırmalayan bu sorularla tekrar okuyana kadar. Ve fark ettiğim ince nüansları paylaşılacak kadar değerli buluyorum…
Gıybet; din kardeşinin arkasından hoşlanmayacağı bir şekilde konuşman, bir nev’i eleştiri yapman. Biraz daha açacak olursak yüzüne karşı söyle(ye)mediğin sözleri arkasından dile getirmen. Problemimizin en büyük düğümü tam da bu noktada atılmaya başlanıyor. Bir kardeşimin hatasını ya da onun hakkında yaptığım eleştiriyi niçin yüzüne söyleyemiyorum? Ya da bir kardeşim sergilediğim yanlış bir davranışı niçin bana karşı dile getiremiyor? Bu soruya vereceğimiz en fazla bir-iki seçenek bulabilirsiniz düşününce. Yüzüne söylediğimiz zaman kardeşimizin kırılacağını ya da karşı geleceğini veyahut gerginlik olacağını hissediyor ve sergilenecek bu davranışın uhuvvetimizi zedeleyeceğini düşünerek sindirmeye çalışıyor ancak haksızlığı kabul etmeyen fıtrat bunu dile getirmek istediği için dolaylı yoldan bir eleştiriye sığınmakta buluyoruz çareyi. Ya da karşımızdaki kendisine yönelecek bütün eleştirilere daha başından öyle müthiş bir duvar örüyor ki o duvarı aşmanın mümkün olmadığını biliyor ve çareyi kendimizce hatalarını arkasından da olsa dile getirerek düzeltmeye çalışıyoruz. Uhuvvetin gıybete dönüştüğü an işte tam bu noktadan sonrası oluyor…
Hâlbuki hepimiz Bediüzzaman’ın defaatle “sırtımda bir akrep bulunsa ve biri bana söylese değil kızmak teşekkür ederim” dediğini de biliyoruz. Üslubun güzelliğini bozmamak kaydıyla yapılan hareketin bir iyilik olduğunu ısrarla vurguladığı halde bu noktada tıkanıp kalıyoruz çoğu zaman. Din kardeşimin hatasını dile getirmenin “sırtında bulunan akrebi göstermek” kadar büyük bir faydası olacağı halde zihnimiz bu durumu bence hiç bu şekilde algılamıyor. Ya da biz bu kısımları okuduğumuzda hataları dile getirme hakkını sürekli kendimizde bulduğumuz için kardeşimizle bir türlü iletişim kuramıyoruz. Yaptığımız hataların dile getirilmesine bu denli öfkelenmemiz kabul etmesek de tavan yapan enaniyetin bize kendimizi kusursuz göstermesinden başka bir şey değil… Hâlbuki kusursuzluk Allah’a mahsustur. Bediüzzaman’ın, “mevhum rububiyeti takınır” dediği nefislerimiz bunun en güzel örneğini kusurunu kabul etmemekle göstermiyor mu?
“Ene” risalesini defaatle okumamıza rağmen, “eleştirilen” değil, “eleştiren” olmak nefsimize daha cazip geliyor. Zira kardeşimizin hatasını söyleme hakkını kendimizde bulduğumuz kadar bu hakkı ona tanımıyoruz. Konu biz olunca ise, çoğu kere uhuvvet kalesine sığınarak yaptığımız hataların hoş görülmesini istiyor, karşımızdakinin hatamızı söylemesine ise “uhuvvetsizlik” gibi ağır bir ithamla tepki gösteriyoruz.
Hâlbuki uhuvvet, kişinin hatasını dile getirmeyerek sineye çekmek olmasa gerek. “Bir haksızlıkla karşılaştığınızda elinizle düzeltin, buna gücünüz yetmiyorsa dilinizle düzeltin, buna da güç yetiremiyorsanız kalben buğz edin ki bu îmânın en zayıf olanıdır” diyorsa uhuvveti dem ve damarlarına işlemiş Fahr-i Cihan, o halde kardeşlik sessiz kalmak ya da istisnalar dışında yanlışları mazur görmek olmamalı. Uhuvvet Risalesi’nde Üstad’ın vurgu yaptığı nokta muhabbetin zedelenmemesi. Bir kardeşime hatasını söylerken ya da bir kardeşim tarafından yanlışım dile getirilirken kalpteki muhabbetin bunlardan hiçbir şekilde etkilenmemesi olarak anlıyorum muhabbeti. Peki, çoğu zaman hataları söylemek isteyenlerin bu muhabbetle konuştuğuna inanıyor musunuz siz? Yoksa nefsî boyutta yaşanılan kırgınlıkların verdiği öfkeyle hak perdeleniyor ve muhabbet maalesef anlık kırgınlıklar nedeniyle zedeleniyor mu? Ya da bu eleştirileri dinleyenin kırılmayarak teşekkür ettiğine şahit oldunuz mu? Vereceğiniz cevap bir-ikiyi geçmez eminim. Bu noktaları tahattur ettiğim zaman niçin Asr-ı Saadette değil de günümüzde gıybet edildiğinin cevabını bir nebze de olsa anlıyorum böylece…
Hz. Ömer’in (ra) adaletinin hassasiyetini anlatan meşhur bir hatırası vardır. Bir savaş sonrası ganimetler dağıtılır, herkes ganimetten payına düşen kumaşı alır; ancak bu kumaşla hiçbir şekilde bir elbise çıkmamaktadır. Hz. Ömer (ra) üzerinde aynı kumaştan bir elbise olduğu halde mescide gelir ve “Ey mü’minler! Beni dinleyin” diyerek konuşmasına başlamak ister. O sırada bir sahabe ayağa kalkarak “Seni dinlemiyorum ey emir’el Mü’minin” diye itirazda bulunur. Hz. Ömer (ra) bu itirazdan sonra sinirlenmez, ya da öfkeyle bağırıp çağırmaz ki halifedir aynı zamanda! Sadece sorar; “niçin?” der. Sahabe anlatır, dağıtılan kumaştan kimse elbise dikemezken kendisi elbise dikebilmiştir. Bunun hallini ister. Sakince dinler Halife, itiraz bittikten sonra cevap vermez, önce ellerini açarak şükreder Rabbine; “hata yaptığında uyaran” insanlara kendisini halife yaptığı için. Sonra anlatır, oğlu kendisine düşen payı babasına vermiş böylece o da elbise diktirebilmiştir. Sahabe cevabını aldıktan sonra izin verir halifenin konuşmasına, “şimdi seni dinliyorum, konuşabilirsin” der ve konuşmasını yapar Hz. Ömer (ra). Açık yürekli olarak dönelim kendimize; bu dürüstlük, bu içtenlik, ya da bu hakperestlik var mı bizde? Günümüzün en önemli sorunlarından olan iletişimsizliğin boyutunu bu örneği her okuyuşumda hissediyorum.
Hz. Ömer (ra) kadar eleştiriye açık, itiraz eden sahabe kadar hakperest olduğunda kişi; fark edilen yanlışları arkasından söyleme ihtiyacı hisseder mi sizce? Ya da ardından bahsi yapılan kişi olur mu acaba? Hayatımızdan bir türlü silemeyerek, yerine getirmeye muvaffak olduğumuz amellerimizi de çoğu zaman kendi elimizle zayi ettiğimiz gıybet hastalığına bir çözüm bulmalı ve sorunun ortadan kalkması adına gayret göstermeliyiz. Bunun için ilk adımı eleştiri yaparak değil de kendimizi eleştiriye açarak atabiliriz belki de…
Bediüzzaman’ın “Sizden biri ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?” ayetini tefsir ettiği bahsin sonunda “Ne vakit gıybet edene rast geldi, beni helâl et demeli” dediği kısım var bir de… Bunu ne kadar yapıyoruz diye sormayı düşünmüyorum zira yapılan gıybete oranla helâllik isteme gayreti yok denecek kadar az… Helâllik istemek kişinin ardından söylenmek kadar kolay olmasa gerek. Bu yüzden uhuvveti, bir de burada yaşamak gerekir diye düşünüyorum ben. Zira Asrın Bedisinin ifadesiyle biz “Ümmet-i Muhammedi sahili selamete çıkarmakla mükellefiz.” Ve helâl etmediğimiz takdirde kardeşimizin kurtulması çok da mümkün görünmüyor. Ben gıybetini yaptığım insandan helâllik almaya cesaret edemediğim için, vicdan azabı ve pişmanlık yaşıyor içten içe helâl etmesi için dua ediyorum. Benim hakkımda konuşan insanların da yaşadığı duygular farklı değil. Onlar bilmese de “helâl edebilmek” uhuvvetin içine girmiyor mu sizce? Zira bu hareketimle kardeşimin ahirette vereceği hesabını kolaylaştırmış olup, onun kurtulması için yardımcı olmuş olacağım. Nefsin hiç hoşuna gitmese de gıybetin içimize işlediği şu zamanda “hakkımızı helâl etmek” -tabiri caizse- her baba yiğidin harcı olmasa gerek.
Buraya kadar sıraladıklarımız gıybeti azaltabilme temennisi ile gıybetin sebepleri üzerine yapılan bir sorgulamadan ibaret. Peki, bütün bu sıraladığımız nedenler gıybet yapmamız noktasında bizi mazur kılar mı? Tabiî ki hayır…