Bazı sözlerimiz vardır; ağızdan bir kere çıkmasına rağmen bizi bin kere pişman eden. Bazı sözlerimiz vardır; tekrar düşündüğümüzde bizi utandıran, “keşke söylemeseydim” dediren. Bazı sözlerimiz vardır; ateşin odunu yiyip bitirdiği gibi güzel amellerimizi yok eden.
Biz bu sözleri gıybet etmek veya dedikodu yapmak olarak adlandırıyoruz. Hâlbuki İslâm kaynaklarında başka tabirler ve tanımlamalar da mevcut. Ayet ve hadislerde yer alan özellikle tehdit ve sakındırmalarda; “insan eti yemek,” “kardeşinin haysiyetini rencide etmek,” “Müslüman’ın namus ve şerefine haksız yere hücum etmek” şeklinde şiddetli ifadelerin kullanıldığını görüyoruz. Gıybet ve dedikodu kavramlarına fazlaca ünsiyet ettiğimizden midir acaba, bu fiile karşı günah eşiğimizin bayağı yükseldiği kanaatindeyim. Sıkça karşılaştığımız, “Kadınlar mı daha çok dedikodu yapar, erkekler mi? Kadınlar bir araya gelince en çok kimi çekiştirir? Ben gıybet etmiyorum, olanı söylüyorum!” gibi cümlelerin günlük hayatta kullanılıyor oluşu dahi, bu fiili kabullenmişliğin bir tezahürü gibi geliyor bana. Oysa “Kiminiz, kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.) Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz. Allah’tan korkup sakının.”(1) ve“Kaş göz hareketleriyle alay edenlerin (hümeze ve lümezenin) vay haline!”(2) gibi ayetlerin delaletiyle gıybeti kesin olarak yasaklamış bir dinin mensupları olarak bu haramdan tiksinerek sakınmamız lazım geliyor.
Evet, Cenab-ı Hak ayetleriyle gıybeti bu şekilde vasıflandırmış ve kesin olarak yasaklamış. Hz. Peygamberde (asm) gerek pek çok hadisinde ümmetini bu fiilden sakındırmış, gerekse kendisi onu işlemekten kaçınarak güzel ahlâkın timsalini göstermiştir. Mesela Hz. Aişe (ra) validemiz tarafından, kendisine soru sormak için gelmiş bir hanım hakkında; “Ne kadar kısa boylu bir kadın!” denmesine mukabil; “Gıybet ettin ya Aişe.”(3) buyurmuştur. Veya ashabına; “Bana bir kimse, sahabilerimin birinden bir şey ulaştırmasın! Zira ben, onların yanına, içim arınmış ve rahat olarak çıkmak istiyorum.”(4) diyerek gıybeti dinlememek için dahi azamî derecede hassasiyet göstermiştir.
Bir de asrımızda Asr-ı Saadet Müslüman’ı olarak yaşamış ve sünnet-i seniyyeyi ihya vazifesiyle tavzif edilmiş olan Bediüzzaman Hazretlerinin tavırlarına bakalım. Değişen zamana ve başkalaşan asra göre insan eti yeme günahının hükmünün değişmediğini, dolayısıyla bu günaha girmekten sakınmak gerektiğini onun hayatından örneklerde de görüyoruz. Örneğin, birisinin kendini gıybet ettiği haberine karşılık; “Bunu söyledi dediğin zât, böyle söylemez.”(5) diyerek hüsn-ü zanda bulunması, hatta bazen “Sen kardeşimle aramı açacaksın.”(6) deyip talebesini tekdir etmesi açıkça gösteriyor ki; doğru Müslümanlık ve Müslümanlığa layık doğrulukta gıybete hiç mi hiç yer yok!
Peki, ama gıybetin bu derece menfur olduğuna dair bu kadar çok kaynak biliyoruz, bu kadar çok kıssa/hikâye dinliyoruz da, ne için hâlâ gıybetten tam olarak sakınamıyoruz? Hangi ruhsal durumlarımız bize kardeşimizin etini yemeği tatlı gösteriyor? Hatta bundan rahatsızlık duyacak/tiksinecek mekanizmayı devre dışı bırakıyor?
Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde bu soruların cevabına dair bazı ipuçları yer alıyor. Uhuvvet Risalesi’nde, “İhtiyar benim elimde değil; fıtratımda adavet var. Hem damarıma dokundurmuşlar, vazgeçemiyorum.” itirazına mukabil verdiği “Sû’-i hulk ve fena haslet eseri gösterilmezse ve gıybet gibi şeylerle ve muktezasıyla amel edilmezse; kusurunu da anlasa zarar vermez.”(7) cevabına dikkat ettiğimizde, gıybet fiilinin altında okuyabildiğimiz birinci duygu adavet olarak karşımıza çıkıyor. Yani anlıyoruz ki; bir kişiye duyulan düşmanlık, gıybeti de beraberinde getiriyor.
Sadece adavet duygusu değil elbette. Çünkü aslında çoğu zaman sevdiklerimizin ve hatta en yakınımızdakilerin etini yiyoruz. Mesela diyor ki Bediüzzaman; “Gıybet, ehl-i adavet ve hased ve inadın en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez.”(8) Demek ki düşmanlık duygusunun yanında kalbimizdeki hased ve inad duyguları da bize gıybeti, kardeş eti yemeyi güzel gösteren duygularımızdan.
Aynı yerde başka bir zâtın sözüne yer verilmiş: “Düşmanıma gıybetle ceza vermekten nefsimi yüksek tutuyorum ve tenezzül etmiyorum. Çünkü gıybet; zaîf ve zelil ve aşağıların silâhıdır.” Öyleyse gıybet fiili zayıf bir kişilik yapısının ürünü de olabilir. Hatta burada geçen tanımlamayı Mevlana Hazretlerinin şu sözüyle açarak korkaklık sıfatını da ilave edebiliriz: “Duydum ki gıybetimi yapmışsın, yüzüme söylemekten kaçmışsın, benim gibi bir acizden korkmuş Allah’tan korkmamışsın.” Çünkü haksız yere haysiyetini rencide ettiğimiz o mü’minin –bizce- kötü olan ve eleştirdiğimiz o özelliğini yüzüne karşı söyleme cesaret ve gücünü kendimizde görememek, aslında ne kadar korkak ve zayıf olduğumuzu hissettiğimizin apaçık bir göstergesi.
Bir başka yerde, “tenkîs-i gayr ile meziyetini izhar, husumet-i gayr ile muhabbetini telkîn”(9) ifadeleriyle gıybet etmenin altındaki diğer bir duygu şöyle tesbit edilmiş: İnsanda fıtraten var olan, kendi meziyetini gösterme hissiyatı bazen başkalarının noksanını göstermeye çalışmak fiiline dönüşebiliyor. Yahut sevilmek isteme, kendini sevdirme duygusu, başkalarının sevilmemesini istemek, hatta -eliyazübillah- düşmanlığına çalışmakla tatmin edilmeye çalışılıyor ki; bu da gıybet yoluyla oluyor. Çünkü kendisinin sevilmesi için, başkasına düşmanlık beslenmesi gerektiği hissiyatı, başkalarının arkasından kötü şekilde konuşulmasında en etkili bir duygu olarak karşımıza çıkıyor. Benzer manaya ünlü filozof Descartes’in şu sözlerinden de ulaşılabilir; “Başkalarını kötülemek için yapılan dedikodudan duyulan zevk, başkalarını düşürdüğümüz ölçüde kendimizi yükselttiğimizi sanmaktır.”
Gıybetin altında yatan diğer acîb bir duygumuz da tarafgirlik hissi imiş. Bilhassa bu zamanda propoganda-i siyaset ile tarafdarlık meyli artmış ve bir kişi yüzünden onun akrabaları ve fikirdaşları da çirkin gıybet ve kötülemelere maruz kalıyor. Hatta Bediüzzaman Hazretleri; siyasetten çekilmesinin mühim bir sebebi olarak, bu tarafgirlik hissi ve bu hissin ortaya çıkardığı gıybet fiili olduğunu söylüyor. Hatta bu çeşit gıybetten doğan azîm zulmü işlemekten Allah’a sığındığını ifade ediyor. Baktığımız zaman günümüzde fikirler açık açık, müspet zeminlerde, münazara suretiyle konuşulmuyor. Yanlış gördüklerimizi açıktan ifade etmiyoruz ya da kendi düşüncelerimizin haricindeki düşüncelere hoşgörü ile yaklaşamadığımız için kabullenmek istemiyoruz. Hâlbuki münazara edebilmek için dahi önce farklı fikirleri kabullenmek gerektir. Müsbet yolla müdavele-i efkârdan kaçıyoruz, belki de fikirlerimizdeki tahkik eksikliğinden dolayı korkuyoruz, buna mukabil farklı ortamlarda o fikirlerin yahut o fikirde olan kimselerin gıybetini yapıyoruz. Özellikle sosyal medyanın bu tarzda kardeş eti yemeği ne kadar normal ve kolay hâle getirdiğini, üzerinde uzun uzadıya düşünülmesi gereken bir mesele olarak sizlere havale ediyorum.
Bütün bunlardan anlayabildiğimiz şu ki; gıybet etmenin psikolojisini anlamak, bu çirkin fiilden uzak durmak adına bize yardımcı olacaktır. Çünkü tehditler çok açık, birçoğunu da ezbere bildiğimiz hâlde hâlâ başkaları hakkında kîl ü kâl etmekten kendimizi alamıyorsak, altta yatan, değişmesi gereken birtakım duygularımız var demektir. Bu fiili neden yaptığımızı dönüp kendimize sormak, duygularımızı gözden geçirmek, onları tanımaya çalışmak onların muktezası olan gıybetten uzak durmak için önemli bir adım olacaktır. Unutulmasın ki, insan hatadan hâli değil ve nefs-i emmareye güven olmaz. Menfi duygularımızla yüzleşmekten korkmamalı ve kaçmamalıyız. Ancak bu şekilde onların terbiyesi için isabetli çabayı sarf edebilir ve onları tanıdığımız ölçüde Allah’tan bu hissiyatlarımıza karşı korunma ve mağfiret talebinde bulunabiliriz.
Dipnotlar:
1. Hucurât Suresi:12
2. Hümeze Suresi:1
3. Ahmed b. Hanbel, 6/136
4. Tirmizî H.N. 674
5. Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, 2006, 5.Baskı, sf.285
6. Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi`yi Anlatıyor, 3. Cilt, sf. 99
7. Said Nursî, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, 2006, Baskı, sf.258
8. A.g.e. sf.267
9. Said Nursî, Eski Said Dönemi Eserleri, 2009, 1.Baskı, sf.284