Hani derler ya; içim, iç âlemlerim, iç dünyalarım! İçim sıkıldı. İçim karanlık! Neyse işte… Biyolojik olarak düşününce, etten kandan, kemikten, sinirden mürekkep, bir fabrika düzeninde işleyen iç âlemlerimiz, sanki duygusal işleyişimizden ayrı, bambaşka bir dünya gibi görünür. Bugün biliniyor ki, duygular bu âlemlere tesir ediyor, hormonların milyonda birlik ölçülerini dalgalandırıp bozuyor, manevî rahatsızlıkların yanında, maddî hastalıklara da yol açıyor. Demek ki, iç âlemlerimizi düzenleyen duygularımız çok çok önemli. Bu duyguları düzene sokan, en önemli anahtar da iman! İmanın getirdiği teslimiyet ve teslimiyetten doğan eşsiz harika dualar.
Düşün ki sen dalgaları dağlar boyu yükselen bir manevi denize düşmüşsün ve orada nasıl yüzeceğini bilmiyorsun. Alabora olmuş bir vaziyette, alt üst olup dururken, kendini birden emniyetli bir geminin içinde bulsan, bütün çalkalanış ve çırpınışların son bulup, hem ruhen, hem bedenen dinlenmiş bir vaziyette, şöyle rahat bir koltuğa sere serpe otursan, sonra başını kaldırıp, manâsını nurdan kelimelerle yüreğine serpmeye başlayan yıldızları seyretmeye başlasan, önünde inanılmaz manzaralar ve âlemler açılsa, yıldızların fısıltıları yanında, ağaçların, otların rüzgârla harmanlanan seslerini dinlesen, bülbüllerin şakıyışlarını, güllerin kokuları içinde buket buket kucaklasan, gece böceklerinin zikir sesleriyle âlemin daha bir şenlenip, manâ dolsa, nice yorgunluklardan sonra bu sana şifa gibi gelmez mi?
Bizler de dua eder, isteriz, kendimize göre hayatımızda başka yollar çizilsin isteriz, ama her şey yaratanın isteklerine göre tecelli eder. Bizler bir çocuk gibi, neticesini bilmeden, sonuçlarını göremeden hep ister, isteriz. Ama o, hikmeti doğrultusunda bazen verir, bazen vermez. Niye diye sorsak, bu; merhametlilerin en merhametlisi Rabbimizin o eşsiz merhametindendir. Sen bir anne olarak nasıl yavrunu bile bile ateşe atmaz, onun neticesini göremediği birçok isteklerine karşı çıkarsan, Rabbin de o eşsiz merhametiyle, sana hayır vermeyecek birçok istediklerini vermiyor. Ama duanı kabul etmiyor anlamına gelmez bu! Zira sen, dua ettiğin sürece Rabbinle berabersin.
Onunla beraberlik az bir şey mi? Bu imanın işaretidir. İman ise; dünya ve ahirette en muhtaç olduğumuz bir hazinedir, inanmasan, onun kapısına gider misin? Ama istediğini vermemiş. Olsun! Bakalım o senin istediğin, senin hakkında hayırlı mıdır? Sen bilmezsin ama Rabbin bilir. Sen göremezsin, ama Rabbin görür. Bile bile, göre göre, seni uçurumlara atması, onun sonsuz, eşsiz merhametine sığar mı?
Küçücük bir çocuk ille de ister,”Şu makası ver bana” diye. Ama annesi başına gelebilecek zararları hissedip, o makası vermez. Çocuk ille ister, yatar, yuvarlanır, feryatlar eder. Bütün hünerlerini gösterir, ama annesi yine vermez. Şayet verse, gözünü çıkarsa, üzerine düşüp kendisine bir zarar verse, şuuru erip, eksik sakat yerini görüp, annesini sorguya çekmez mi? ağlayıp feryat etmez mi? “Neden verdin o makası? Ne edersem edeyim vermeseydin ya…”
Görüyor musun, hem illa istiyor, hem de verdi diye sorguluyor. Biz de Rabbimizin karşısında, o çocuk gibi, ne istediğini bilmeden, illa da ister vaziyetlerdeyiz. İsteriz, ama hükmüne de razı olmamız gerekir. O öylesine merhametli ki, bizim hayatımıza sadece dünya yönüyle değil, ebed cihetiyle de nazar ediyor. Belki bizim bazı istediklerimiz ebedimizi zayi edecek şeyler… O biliyor ve vermiyor. Ama kulunu asla terk etmez.
Bazıları istedikleri verilmedi diye, Rabbine iftira eder duruma girip, ”O beni sevmiyor, duymuyor, görmüyor, hiç bir istediğimi vermiyor.” diye isyan ediyor. Sana ona diz çöküp de dua edecek bir iman vermiş ya, bu az bir şey mi? belki de en önemlisi bu. Çünkü iman olmasa, ne dünya ne ahiret saadeti mümkün değil. Madem iman var, neden Rabbimizi gücendirecek kelimeler kullanıyoruz? Onu seviyorsak eğer, neden güvenmiyoruz. Rabbim inşallah bize sonsuz sevgi, merhamet ve ihsanlarıyla mukabele etsin. Daima korusun ve gözetsin. Asla nefsimizle baş başa bırakmasın. Âmin.