Biz yetişkinler bazen yaşadığımız büyük olaylar karşısında kendi büyük dünyamıza dalar, aynı olaylara bizimle birlikte şahit olan, yeryüzünün küçük misafirlerine rehberlik etme görevimizi unutur veya onların ince ve hassas dünyalarına nüfuz edemeyip onları şaşkınlıkları içinde yalnız bırakıveririz.
İşte böyle büyük bir hâdise karşısında unutuvermiştik Tuba’yı. Anneannemin haftalar süren hastalığı ebedî âleme intikali ile son bulmuştu. Üzüntülüydük; çünkü muvakkat olduğunu bilsek de bir firak acısı vardı yüreğimizde. Üzüntülüydük; çünkü her doğup büyüyen canlı gibi bizim de mutlak surette yaşayacağımız bir hayat kanunu, zahirî soğuk yüzüyle balyoz gibi iniverdi rahat ve mutlu hayatımızın tam ortasına. Sarsıldık, çünkü aczini ve fakrını hissetmek, hayatın dudak yakacak kadar acı gerçeklerindendir nefis için.
Onu, gözyaşlarımızı yüreğimize akıtarak ebedî istirahatgâhına yolculadığımız günden sonra ev taziye için gelen eş dostla dolup dolup boşaldı. Bazen Yasinler, Tebarekeler okundu. Bazen Risâle-i Nur’dan mukteza-i hâle mutabık bahisler okundu, bazen de onunla yaşanmış hatıralar paylaşıldı. Biz de her gün dayımlardaydık o günden sonra. Evde yaşanan bu olağanüstü haller çocuk da olsa Tuba’nın gözünden kaçmamış, içinde bulunduğu atmosfer onu derinden etkilemişti. Gelenleri ağırlayıp, gidenleri yolculadığımız bir gün, Tuba’nın yokluğunu fark ettim bir an. Tek tek odalara baktım, telâşla en son balkona koştum ki, Tuba bir köşeye sinmiş, yüzünü kollarına gömmüş, içli içli ağlıyordu. Şaşırdım; durup dururken üç yaşındaki bir çocuk neden ağlardı ki:
“Ne oldu Tuba, neden ağlıyorsun bir tanem?” Uzun bir sessizlikten sonra boynuma sarıldı.
Hıçkıra hıçkıra ağlayarak:
“Hala, söyle içerdekilere, evlerine gitsinler.” Şaşkınlığım bir kat daha arttı.
“Neden, ama sen misafirleri severdin. Neden gitmelerini istiyorsun?” Bu soruya verdiği cevap çocuksu duygularını ifade etmeye yetmişti.
“Hala o teyzeler evlerine gitsinler, bir daha da gelmesinler, her şey eskisi gibi olsun. Babaannem de hastahaneden dönsün. İyileşmedi mi artık?”
(Anlaşılan Tuba babaannesini geri getirebilmek için zamanı geriye doğru işletmek istiyordu. Bunun için de misafirler geri gitmeliydi. Oysa Tuba sonradan öğrenecekti ki ne giden geri gelir, ne de zaman geri döner.)
“İyileşti Tuba. Artık babaannen çok iyi. Bütün ağrıları bitti” dedim. Tuba sızlanan bir ifade ile:
“Neden gelmiyor öyle ise, yoksa bizi sevmiyor mu artık? Başkalarının babaannesi mi olacak?”
“Elbette seviyor Tubacım. Ama burada çok acı çekiyor diye Allah onu yanına aldı. O şimdi cennette. Bizden daha iyi yaşıyor. Hani deden de gitmişti ya. İşte oraya gitti. Bir süre özleyeceğiz onu. Ama eğer iyi insanlar olursak biz de oraya gideceğiz.”
Bu cevap onu sakinleştirmişti. Ama gözlerinden anladığım kadarıyla küçük beynindeki soruların tamamına cevap olamamıştı. Soyut kavramları henüz anlayamayacağı için büyüklerin bile anlamakta zorluk çektikleri bu büyük hakikati anlamasını zamana bıraktım ben de.
Aradan iki yıl geçti. Bu süre zarfında zaman zaman ailece toplanıp kabristan ziyareti yapıyor, fani âlemden bakî âleme manevî hediyeler göndermenin hazzını yaşıyorduk. Yine böyle bir gün gitmeye hazırlanırken, Tuba nereye gideceğimizi sordu. Biz de “Babaanneni ziyarete gidiyoruz” deyince ısrarla o da gelmek istedi. Yol boyunca sevincinden yerinde duramıyor, kıpır kıpır hareketleriyle etrafa neşe saçıyordu. Bense bu ruh halinin kabri görünce devam edip etmeyeceğini merak ediyordum. Kabre yaklaştığımızda arabadan indik. Tuba şaşkınlık ve hayal kırıklığı içinde:
“Hani babaannem nerede?” diye sordu. Kabri gösterdik. Şüphe ile baktı.
“Esselamu aleyke ya ehle’l-kubur” diyerek kabre yaklaştık. Tuba:
“Ne dediniz hala?” diye sorunca;
“Babaannen ve onun gibi burada yatan diğer insanlara selâm verdik Tuba.”
Tuba yaşadıklarına anlam vermeye çalışıyordu; varlığından söz edilen babaannesini göremiyordu. Fakat bizim kabre gösterdiğimiz ihtimam da bir varlığın habercisiydi. Tuba’yı şaşkınlığı içinde bırakıp, Cevşenlerimizi ve Yasinlerimizi çıkarıp okumaya başladık. Ulaşamadığımız bir âlemdeki sevdiklerimize gönderdiğimiz hediyeler aynı zamanda bizim de ruhlarımıza şifa oluyordu. Bir sûreyi bitirip diğerine başlayacakken biraz ara verdim. Her taşına huzur ve sükûn sinen kabristanı seyrettim. Dünya hırsından, kargaşadan, anlamsız koşturmalardan uzak bu âlemin havasını derin derin soludum. Bir ara gözüm anneannemin kabrinin üzerine konulmuş güzel bir çiçeğe takıldı. Nereden gelmişti bu çiçek? Biz koymamıştık; oysa taze ve diriliğinden yeni koparıldığı anlaşılıyordu. Bir anlam veremedim. Birkaç saat içinde bu güzelliğin solup gitmesine razı olamadım. Şekli bozulsa da varlığını biraz daha sürdürüp Cevşenimi okumak için her açtığımda, tefekkürüme vesile olması için alıp Cevşenimin sayfaları arasına koydum.
Kabir ziyaretimizi bitirip geri dönmek üzere arabaya bindik. Tuba’nın ruh hali şaşılacak derecede değişmişti. Yine çok neşeliydi. Hatta gözlerinde soru ve şüphe ifadelerini de göremiyordum. Arabada kucağıma oturdu. Dayanamadı bir süre sonra dönüp kulağıma küçük sırrını fısıldadı:
“Babaannem orada biliyorum. Oradaysa alsın diye mezarın üstüne bir çiçek koydum. Sonra baktım çiçek yok! Biliyor musun hala babaannem çiçeği oradan aldı” dedi heyecanla…
Hayretler içinde kaldım. Ona o çiçeği kabrin üstüne koymayı ilham eden, sonra bana sevk-i İlâhî ile aldıran Rabbim ölümün ardındaki hakikati küçücük ruhlara ne kadar rahimâne nüfuz ettiriyordu. O gün küçük Tuba’nın benimle paylaştığı sırra mukabil ben sırrımı onunla hiç paylaşmadım.
Çiçek mi? O da Cevşenimin sayfaları arasında uzunca bir süre bana Cemal isminin tecellîsinden çok Rahîm isminin tecellîsini anlattı. Sonra mânâsını ifade eden her güzellik gibi gayb âlemine yolculuk etti.