Kapak konumuzla ilgili Namık Kemal Üniversitesi İktisadî ve İdarî Bilimler Fakültesi’nden Yrd. Doç. Dr. Veli Sırım ile konuştuk. Kendisi, bizim için Bediüzzaman’ın ifadelerinde geçen zarûret ve san’at kavramlarını ele aldı. Çok faydalandığımız bu röportajın sizler için de istifadeli olacağını ümid ediyoruz.
Bediüzzaman Hazretlerinin meşhur bir ifadesi var, “Bizim düşmanımız cehâlet, zarûret, ihtilâftır. Bu üç düşmana karşı; san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihâd edeceğiz.” Burada geçen zarûret kavramını nasıl anlamalıyız?
Öncelikle kavramları yerine iyi oturtmak lazım. Zarûretin birden fazla anlamı var. Fıkhî anlamı farklı, günlük hayatta kullandığımız anlamı farklı. Üstadın bu cümlede ifade ettiği, bize düşman olarak gördüğü zarûret kavramını ele alacak olursak; Üstadın bu kelimeyi hangi anlamda kullandığını anlamak için, hangi dönemde ve hangi şartlarda kullandığını iyi bilmek gerekiyor. Öncelikle bu kavramları Üstad Hazretlerinin kullandığı dönem 1908–1909 yılları. Yani 20. asrın henüz başları, Osmanlı Devleti’nin son yılları. O zamana hâkim bazı görüşler var; bunlar hem Osmanlı’nın iç dinamiklerinden kaynaklanıyor, hem de sanayileşmiş, gelişmiş, ekonomik, askerî, siyasî açıdan güçlü olan Batı’dan kaynaklanıyor. Batı, gücünü daha da arttırabilme adına Osmanlı aleyhinde birtakım planlar yapıyor. Buna karşılık içeride de, Batı’ya karşı geri kalmışlıktan kaynaklanan bir eziklik ve güçsüzlük duygusu var. Osmanlı, Batı karşısında ciddi anlamda ekonomik olarak zayıflamış ve geri kalmış, kalkınmasını gerçekleştirememiş. Ekonomik güçsüzlük, askerî anlamda da bir güçsüzlüğe sebep oluyor. O da siyasî anlamda bir güçsüzlüğü ortaya çıkarıyor. Osmanlı’nın temel yapısı merkezî otoritenin hâkimiyetine ve güçlülüğüne dayalı. Bu özelliğini yitirdiği anda ekonomisi de, askerî ve siyasî gücü de zayıflamaya başlıyor. İşte Üstad’ın bu cümleleri kullandığı dönem böyle bir dönem. Düşmanı belirlemek adına ortaya konmuş bir tesbit var burada. Bunu belirlemek için Osmanlı’nın durumunu da çok iyi tesbit etmeniz, gözlemlemeniz gerekiyor. Üstadın, Eski Said olarak değerlendirildiği dönemde Van’dan Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul’a gelmesi ve İstanbul’da belli kişilerle görüşmesi, birtakım sıkıntılarla karşılaşması önemli bir geçiş süreci. Bu süreçte Osmanlı’nın durumunu, İstanbul’un vaziyetini, padişahtan, yönetim bürokrasisinden askerî bürokrasiye, aydınlar kesimine, basına, medyaya ve kamuoyuna kadar çok güzel tanıma imkânı buluyor. Dolayısıyla Üstad bu cümleleri söylerken en merkezden, Osmanlıyla alakalı bütün problemlere bizzat şahit olarak bir tesbitte bulunuyor.
Devamı Bizim Aile Şubat sayısında…