Yetiştirme yurdunun kapıları açılmıştı. Bunu bilen gönüllü abla, erkenden gitmek için yola koyuldu. Fırına gitmek için adımlarını hızlandırdı. İçeriye girince fırıncı çoktan onun paketlerini hazırlamıştı. Her hafta onun için iki saat önce gelirdi. Eşi de yardım ederdi. Eşi, anneanne kurabiyesi yaparken, kendisi de çok güzel simitler ve poğaçalar hazırlardı. Üstelik para da almazlardı.
Paketlerini alarak adımlarını hızlandıran genç kız, taksiye binerek yolunu kısaltmıştı. Ve yurdun önüne geldi. Güvenlik görevlisi onu tebessüm ederek karşıladı. O da aynı şekilde ona tebessüm ederek yola koyuldu. Pencerelerden ona bakan birçok kafa fark etti. Salı günleri, çocuklar çok erken kalkardı. Evrem Abla gelecekti. Bu artık bir ritüel gibiydi. Hasta da olsa, işi de olsa giderdi. Eğer gitmezse birçok çocuk yine terk edilmiş hissedecekti. Buna sebep olmak ise en büyük azaptı.
Çayı hazırlayan Ayşe Teyze, simitleri alarak onları tabaklara koymaya gitmişti. Çocuklar ona doğru koşunca Müdire Hanım yolu keserek ilk önce onun konuşacağını ve kahvaltıda beraber olacaklarını söyledi. Çocuklar buna bile üzülmüştü.
Müdire Hanım’ın odasına geçince, yeni bir çocuk geldiğini ve ailesinden aşırı şiddet gördüğünü öğrenmişti. Revirdeydi. Çok darp edilmişti. Ama en büyük darbe kalbindeydi. Hiç konuşmuyor ve herkesten korkuyordu. Onunla özel olarak ilgilenmesini istemişti.
Revire geldiğinde henüz yedi yaşında olan çok güzel bir kız gördü. Dudağı patlamış, başında morluklar vardı. Gözleri yaşardı. Bir anne bunu nasıl yapabilirdi? Onun doğmasını hiç istememiş. Bebeği aldırmamış; ama düşürmek için elinden geleni yapmış. Doğunca eşi Esirgeme Kurumuna verilmesini istememiş. O da mecbur bakmış tabi.
Sonra eşi bir gün dayanamayarak ayrılmak istemiş. Ayrılmışlar ama velayet kimsede kalmamış. Olumsuz şartlardan yurda verilmesi uygun görülmüş. İşte o gün kadın son darbeyi vurmuş. Her şeyin sorumlusunu kızı görerek öldüresiye dövmüş. Komşular yetişerek elinden zor almışlar. Buraya geldiğinde bilinci kapalı olan kız; şimdi iyi görünse de büyük bir travma içerisindeymiş.
Evrem Abla kıza yaklaşarak yanına oturdu. Sessizce bekliyordu. Aradan geçen bir saatin ardından; “Ben senin gibi dayak yemedim, ama sana bakınca ne acılar çektiğini biliyorum. Ama hiçbir şey senin suçun değildi. Kendini suçlama sakın. Burada senin gibi olan birçok çocuk var. Gel onların yanına gidelim. Çünkü beni kahvaltıya bekliyorlar. Açlar ve seni de aralarında görmekten memnun olurlar.”
Samimiyetine inanmıştı sanki, sessizce kalkıp onunla mutfağa gitti. Çocuklar daha yemeğe başlamamışlardı. Bir saat sabırla beklemişlerdi. O gün hep beraber güzel bir gün geçirmişlerdi. Akşam olduğunda, tam gidecekken kız ilk defa konuşarak;
“Gerçekten ben suçlu değil miyim?” diye sormuştu.
Evrem, eğilerek kıza sarıldı ve “Hayır, sen suçlu değilsin. Hatta sen bu dünyadaki en suçsuz kişisin.” derken ağlıyordu.
Evine giderken Allah’tan tek duası o çocuklara yardım etmesiydi. Zira onlar iyi insanları bekliyorlardı. Keşke her gün onlar ile olabilseydi; ama bir günde bile en önemli sırrı okuyabiliyordu. Onlar sevgiye muhtaçtı. Güvendiklerini bulduklarında kaybetmekten korkuyorlardı. Eğer kaybettiklerini hissederlerse bir daha hiç güvenemiyorlardı. Çünkü o çocuklar yaralıydı. Hiç kapanmayacak yaraları vardı…