Peygamber Efendimiz’in (asm) emîn, güvenilir olması özelliğini; Siyer Araştırmaları Vakfı kurucusu, ismiyle tevafuk, Peygamber Efendimizin Muhammed-ül Emîn oluşuyla ilgili çalışmaların sahibi Muhammed Emin Yıldırım ile konuştuk. İstifadenize sunuyoruz.
Efendimiz’in (asm) en güvenilir oluşuyla ilgili bize neler söylersiniz?
Güvenilirlik; günümüzde en çok aranan vasıf. Efendimiz’in (asm) bir sürü sıfatı, kendine has hususiyetleri var; ama el-Emîn vasfı onun hayatında daha nübüvvet gelmeden önce çok öne çıkmıştır. Peygamber Efendimiz (asm) 20 yaşından itibaren toplum içerisinde biraz daha aktif. Söz verdiği zaman sözünü tutan, vaatlerini yerine getiren, ticaretinde eminliğine gölge düşürmeyecek adımlar atan bir şahsiyet var ve cahilliye döneminde bile bu özelliği gerek ticaret gerek diğer akrabalık ilişkilerinde insanlar tarafından fark ediliyor. 35 yaşına geldiğinde, Kâbe’nin inşaatı yapıldığı zamanlarda Hacer-ül Esved’in yerine konma meselesi gündeme gelince, tüm kabile reisleri o şerefin kendilerine ait olmasını istiyorlar ve bunun üzerine bir tartışma çıkıyor. Halit Bin Velid’in babası Velid İbni Muğire bir teklifte bulunuyor: “Biz hayırlı bir iş yaptık, bu hayırlı işi şerle bitirmeyelim. Bekleyelim, dışarıdan ilk gelen insanı hakem tayin edelim ve o hakemin vereceği hükme rıza gösterelim.” Bütün Mekke aileleri “tamam” diyorlar ve bekliyorlar. Efendimiz (asm) o zamanlar Mekke dışında ve ilk gelen O oluyor. Tabi O’nu uzaktan görür görmez bütün Mekke’nin ortak bir sloganı oluyor: “O bir emindir ve biz o eminin verdiği hükme de rıza gösteririz” diyorlar. Hadise Peygamberimiz’e (asm) aktarıldığı zaman bir kumaş parçası istiyor. Hacer-ül Esved’i o kumaş parçasının ortasına koyuyor. Her ailenin liderlerinden birerlerini çağırıyor. Ve her birisinin kumaş parçasının bir tarafını tutarak o şerefe ortak bir biçimde dâhil olmasını sağlıyor. Böylece ortaya çıkması muhtemel olan bir sıkıntı, Efendimiz’in (asm) fetanetiyle çözülmüş oluyor. Muhammed-ül Emîn,
Muhammed-ün Resulullah oluyor…
Böyle bir süreç yaşıyor Efendimiz (asm) ve 40 yaşında peygamberlik ona verildiği zaman Muhammed-ül Emîn, Muhammed-ün Resulullah oluyor. Tabiî vahyin O’na yüklediği bazı sorumluluklar var. Risalet görevinden dolayı bazı şeyler söylüyor, bunlar ortaya çıktığı zaman en başta kavmi olan Kureyş, bundan rahatsız oluyor ve İslâm’ın sesini kısmak için bazı plânlar devreye giriyor. Her geçen gün İslâm Mekke sokaklarında yankılanıyor, evlere giriyor, büyük ailelerin çocukları, gençleri hatta yetişkinleri imânâ doğru koşuyorlar. Dâr’un-Nedve’de toplanmış Mekke’nin ileri gelenleri bu sesi kısma adına bir plân devreye sokmaya çalışıyorlar. Orada herkes görüşünü beyan ediyor. Biri; “Sihirbaz diyelim” biri “Kâhin diyelim”, biri “Şair diyelim” diyor; ama hiçbiri “Yalancı” diyemiyor. Çünkü öyle bir yalanlarına şahit olmamışlar. Ama yine o meclislerde bulunanlardan bir tanesi “Yalan söylüyor, diyelim ve halkı ikna edelim.” diye bir şey söylüyor. O ana kadar sadece söylenenleri dinleyen Nadr İbni Halis isimli Mekke’nin ileri gelenlerinden birisi ayağa kalkıp konuşma yapıyor:
“Ey Mekke halkı! Öyle bir insan hakkında konuşuyorsunuz ki bu insanın bu yeni dine ait sözleri söylemezden önce 40 yıllık hayatını çok iyi biliyorsunuz. Şimdi ben sorayım, siz söyleyin. 40 yıllık hayatı boyunca o insanın herhangi bir yalanına şahit oldunuz mu? –Hayır. Herhangi bir sihrine? – ayır. Herhangi bir kehanetine, şiirine? Yine –Hayır.” Ve âciz kalıyor Mekkeliler Efendimiz’in (asm) o emînliği karşısında. En son Nadır İbni Halis diyor ki, “O zaman şöyle bir şey diyelim ki insanları ikna edelim. “Çok sihirli, büyülü sözler söylüyor, o sözlerle kişiyi annesinden, babasından, akrabalarından, ailesinden koparıyor.” Belki hak ve batılın ayrışması noktasında bir koparma söz konusuydu, bu mânâda o söz doğruydu; ama kullandığı sözler sihirli sözler değil Allah’ın kelamıydı. Yine Ebu Kubeys dağında o ilk günlere ait tablo çok önemli bir tablodur, “Şu anda şu dağın arkasında Mekke’ye saldırmak üzere gelen bir ordunun olduğunu söylesem, bana inanır mısınız?” dediğinde karşısında duran 50–60 kişilik en yakın akrabaları ve ailesinden olanlar hep bir ağızdan ‘Evet, inanırız.’ dediler. Çünkü Efendimiz’in (asm) kırk yıllık hayatı pir u pak olarak gözlerinin önünde. Ticaret yapılmış, insanî ilişkiler kurulmuş, hısım-akrabalık ilişkileri var. Bunların hepsi üzerinden Mekkeliler konuşuyor. O günkü Mekke on bin nüfuslu bir kasaba ve herkes birbirini tanıyor. Böyle bir ailedeyken Efendimiz (asm) El-Emîn oluşunu onların belleklerine öyle bir kazımış ki, ileriki süreçte risalet adına bir şey söylediği zaman insanların çoğu, eğer önyargıları yoksa tereddüt etmiyorlar ve kabul ediyorlar. Çünkü hayat, söylenenleri destekliyor. İşte bütün bunlar Efendimiz’in (asm) El-Emîn oluşunun ne demek olduğunu bizlere göstermiş oluyor.
Hz. Hatice (ra) ile ticaret yapmaya başladığında da yine o güvenilirliğinin Hz. Hatice’nin dikkatini çektiğini biliyoruz.
Elbette, o zaman büyük bir ticarî kervanla Efendimiz’in (asm) gönderilmesi kararlaştırılınca Hatice Annemiz (ra) Meysere isimli bir hizmetlisini de sadece Peygamberimiz’i (asm) gözetlesin, nasıl biri, nasıl ticaret yapıyor diye gönderiyor. O günlerde Efendimiz (asm) 23–24 yaşlarında, gençliğinin zirvesinde olan birisi. Meysere o kervana dâhil olup böyle bir görevle bakınca Efendimiz’e (asm) –ki beş altı ay sürüyor o yolculuk, tâ Busra’ya geliyor kervan- gerek yol güzergâhı, gerek pazarda Efendimiz’in (asm) ahlâkı adına ortaya koydukları, gerek pazarda elde edilen paranın korunması noktasında titizliğini görünce; “Şimdiye kadar ben böyle birisini hiç görmedim.” diyerek Hatice Annemiz’e (ra) rapor ediyor.
Mesela şuna şahit oluyor Meysere: Efendimiz (asm) bir ağacın altında oturmuş, uzun uzun hesaplar yapmaktadır. Bu durum Meysere’nin dikkatini çekiyor, hemen oraya varıp “Ya Muhammed! Ben seni dakikalardır izliyorum. Bir hesap içerisindesin, nedir?” deyince, Efendimiz (asm) yorulmuş, o yorgunlukla şu sözü söylüyor: “Ben kendi kasamla kervanın kasasını ayırmıştım. Ama nasıl olmuşsa benim kasamdan mı kervana, kervanın kasasından mı bana bir miktar para karışmış. Sen şahit ol ki ben bütün paramı şu anda kervanın kasasına devrediyorum. O para bana geçeceğine, benim param ona geçsin.” diyerek bir adım atıyor ki, Meysere’yi derinden sarsıyor. Çünkü o güne kadar onlarcasıyla kervana çıkmış, hiç böyle bir şeye şahit olmamıştır. İşte bütün bunlar Hatice Annemiz’e (ra) rapor edildiği zaman Efendimiz’in (asm) nasıl birisi olduğunu daha iyi anlıyor. Ve kendisi 15 yaş daha büyük olmasına ve birkaç kez evlilik yapmış olmasına rağmen; kendisi zengin, soylu olup Efendimiz (asm) yetîm, parası olmayan birisi olmasına rağmen onunla hayatını birleştirmeye razı oluyor ve bu evliliği hayatının en güzel evliliği olarak yıllar yılı anlatıyor.
Böyle bir Peygamberin ümmeti de asırlar boyu doğruluğuyla, ahlâkıyla birçok kavmin İslâm’a girmesine vesile olmuş. Peki, şimdiyi nasıl değerlendirirsiniz?
Ümmet olarak üzerinde ciddi bir biçimde durmamız gereken bir şey var. İslâm ahlâkını isimlerimizle, halimizle, inancımızla ne kadar yansıtıyoruz? Efendimiz (asm) Müslüman’ı tarif ederken; elinden ve dilinden başka Müslümanların, başka insanların emîn olduğu insan olarak tarif ediyor. Ama üzülerek söylüyorum ki bugün İslâm toplumu düşmânâ, küffara değil birbirlerine hem elleriyle, hem dilleriyle ne yazık ki kâfirin vermeyeceği kadar zarar veriyorlar. Bu da bizi çok ciddi bir biçimde yaralıyor. Bugün gerçekten tekrardan oturup İslâm ahlâkının kitaplarda kalmaması adına, Kur’ân’ın söylediği o mü’min ahlâkının hayatlarımıza intikali noktasında hepimizin ciddi bir muhasebeye ihtiyacı var. Muhammed-ül Emîn’e ümmet olma iddiasında bulunan Müslümanlar olarak bizlerin bu eminlik vasfı ne kadar hayatımızda? Mesela ticaretle uğraşan kardeşlerimiz; “Ben yıllardır ticaret yapıyorum. Acaba bu eminlik vasfı ne kadar benim ticaretime yansıyor?” gibi, hayatın hangi alanında olursa olsun o bulunduğumuz konumlarda bu eminlik vasfının bizlerle özdeşleşip özdeşleşmediğini ciddi bir biçimde test etmek durumundayız. Eminlik, bu milletin ve bu aziz dinin en bariz vasfıdır. Eğer tarih boyunca insanlar fevc fevc İslâm’a koşmuşlarsa inanın gördükleri o eminlik vasfındandır.
Hicri 17’de İslâm ordusu Anadolu’ya geldiği zaman Anadolu’nun büyük bir kısmı Arapça bilmiyordu. Gelen Sahabî ordusu da Arapça konuşuyordu. Ama buna rağmen biz biliyoruz ki önden giden atlılar, o altı bin kişilik İslâm ordusu Antakya’dan, Ruha’ya (Urfa’ya), sonra Samsat’a, Ahlat’a, ondan sonra Erzurum’a kadar ilerlediği zaman ne kadar yürüdülerse arkalarında Müslüman bırakarak gittiler. Sözle tebliğden ziyade, hal ile bir tebliği vardı o güzel ordunun, o ışık ordusunun içerisinde. Mesela bir Endonezya, bir Malezya, Bir Tayland için; tarihte İslâm ordusu oraya hiç gitmemiş. Askerî bir seferle İslâm’ın mesajlarını onlara ulaştırmadık; ama oraya giden Müslüman tüccarlar pazarda, caddede, sokakta İslâm’a ait değerleri halleriyle yansıttıkları için insanların gönüllerini fethettiler ve bugün o bahsettiğimiz coğrafyada yüzde altmışı aşkın, hatta bazı yerlerde yüzde seksene varan bir Müslüman nüfusundan bahsediyoruz. Eğer bugün insanların İslâm’la aralarında mesafe varsa, oturup Müslümanlar olarak kendi özeleştirimizi yapmak zorundayız. Neden bugün insanlar İslâm’la aralarına bu mesafeyi koyuyorlar? Ve neden bizim sözlerimiz karşı taraflara tesir etmiyor. Bütün bunların altında da o el-emîn olma vasfının Müslümanlar olarak bizim hayatlarımızda istenilen oranda tesis edilmediği görülecektir. İnşallah Allah şu güzel günlerin hatırına o şuura hepimizi erdirsin, diye dua edelim.
Devamı Bizim Aile Temmuz sayısında…