Türkiye tarihi yine karışık zamanlara şahit oluyor. Bu topraklara ilk olarak 31 Mart vak’asıyla giren darbeler ve OHAL zincirine bir yenisi eklendi. 27 Mayıs Darbesi ile birlikte tüm darbe ve sıkıyönetim devirlerine bir çocuk, bir evlat, bir genç kız, bir eş, bir anne, şimdilerde anneanne ve babaanne olarak muhatap olmuş bir hanımefendiyle, Nazmiye Keseli hanımla görüştük. Anılarını, darbenin onlar üzerindeki etkilerini konuştuk.
Şimdiye kadar hangi darbeleri yaşadınız? Bize anlatabileceğiniz anılarınız var mı?
İlk hatırladığım 27 Mayıs İhtilâli. İlkokul beşinci sınıfı bitirdiğim yıldı. O sabahki duyguyu hiç unutmuyorum. Darbenin ne olduğunu bilmiyordum; ama o benim çocukluk hayallerimi yıkan bir darbe oldu. Demokratlara karşı yapılmıştı. Babam Demokrat Parti’nin kurucularındandı. O yüzden askerlerin evimizi basıp babamı götürdüklerini çok iyi hatırlıyorum. Babamı ve babam gibi düşünenleri askerî kışlaya aldılar. Saçlarını traş edip, betonların üzerine yatırdılar. Birkaç gün sonrasında korkudan kimse pencereden bile bakamıyordu. Şimdiki gibi değil böyle meydanlara falan çıkmak pencereden kafalarını uzatamıyordu insanlar. Öyle büyük bir korku saldılar. Tabiî o zaman televizyonlar yok, radyolar var. Radyolardan meşhur kahramanlık türküleri söyleniyordu sürekli. Ama darbe oldu, ekmekler çıkmadı, bütün çarşılar kapalı. Kimseyi dışarı çıkarmıyorlar. İnsanlar yiyecek bulamadılar. Bankada parası olanlar paralarını çekemediler. Cebinde parası olanlar aç kaldı. Çok büyük sıkıntılar yaşandı. Ben çocukluğumda yaşadığım o korkuları unutamıyorum. “Camilerin pencereleri geceleri açık bırakılacak. Herkes evinde silah, kama, bıçak ne savunma aleti varsa onları camilerin penceresinden içeri atsın. Atanlar affedilecek. Atmayanlar evlerinde baskın olduğunda cezalandırılacak.” diye ilanât yapıldı. Gece millete bir saat izin verdiler. Korkudan insanlar evlerindeki şeyleri gidip attılar. Yani insanları karşı koyamasınlar diye silahsızlanmaya götürdüler. Biz, babası alınan çocuklar, üç gün sonra saklı saklı -şimdiki Fatih Parkı’nın olduğu yer askerî kışlaydı- tarlaların içinden askerî kışlanın duvarlarına ‘babalarımızı görebilir miyiz oralarda’ diye sıralandık. O günleri hiç unutmuyorum. Sonra sol görüşlü olanlar darbecilerle bir olup halka çok eziyet ettiler. Benim unutmadığım bir şey var: O zaman için Halk Partililer davul çaldırdılar hep Demokratların kapılarında. “Demokratların karılarını çıplak oynatacağız.” diye bağırıyorlardı. Ben çocukluğumda bunları yaşadım. Çok kötü bir darbeydi o ve etkileri de çok uzun sürdü. Bir yan komşumuz vardı, Musevîydiler. Çocukları Raşel ve Haim arkadaşlarımdı. O zamanlar Tire’de Musevîler vardı, biz Musevî çocuklarıyla beraber büyüdük. Bizim cenaze oldu mu bizim kabristana, onların cenazesi oldu mu hahamın arkasında onların kabristana giderdik. Onlar camiye gelirlerdi, biz havraya giderdik, yani böyle karma bir kültürün içinde büyüdük. O Musevî ailenin de babaları Filistin’e gitmişti, artık İsrail Hükümeti halkını çağırıyordu oraya. Babaları gitti, maddî imkânsızlıktan iki çocuğuyla hanımı burada kaldılar. Meri ablanın kocası başında yok, kollayacak insanı yok. Ve “Bunlar kendi insanına böyle zulmederse, Yahudi’yiz, bize ne yaparlar?” diye korkuyorlardı. Onları evimize aldık. Raşel ile Haim’i ve onların korkularını da hiç unutamıyorum ben. Beraber büyüdük biz o insanlarla. Benim babam esnaftı, aynı zamanda siyasetçiydi, sözü geçen biriydi. O insanları biz ihtilâl sonrasında para toplayarak İsrail’e gönderdik.
“Demokrat çocuğu olduğumuz için sanki ikinci sınıf insan muamelesi görüyorduk.”
Sonra ortaokulda kız meslek okuluna başladım. İlk 27 Mayıs kutlamaları yapılıyordu. 27 Mayıs kutlamalarında bir asker ile bir erkek öğrenci arasında bir kız öğrenci şeklinde kortejler oluşturuldu. O şekilde ihtilâlin kutlamaları yapıldı. İhtilâl Mayıs’ta olmuştu, Eylül ayı geldiğinde okullar açıldığında bizi bağırtıyorlardı: “Olur mu böyle, olur mu? Kardeş kardeşe vurur mu? Kahrolası diktatörler, bu dünya size kalır mı?” diye marşlar söyletiyorlardı. Bize sürekli telkin ediyordu öğretmenler; “Siz darbe çocuklarısınız. Bu sizin istiklâliniz, kurtuluşunuz olacak” diye… Benim anneannem çok bilinçliydi, zaten dedem subaydı. Anneannem de harf inkılâbından sonra ilk öğretmenlik yapanlardan biriydi. Yani ailem eğitimli, geniş kültüre sahip bir aileydi. Buna rağmen Demokrat çocuğu olduğumuz için sanki ikinci sınıf muamelesi görüyorduk.
Beş ay kadar sürmüş bu ihtilâl, değil mi?
Evet. İnsanlar o kadar basit şeylerle mahkemeye çekiliyorlardı ki, düşünün; kahvede birileri oturuyor diyor ki “Aaaa, benim tayyarem geçiyor” “Bu tayyare benim, dedi” diyerek mahkemeye veriyorlardı. Düşünebiliyor musunuz yapılan basitlikleri. Babam mahkemeye çıkıyor ve hâkime diyor ki; “Elhamdülillah uçağım geçiyor, bu uçak bizim uçak” Hâkim diyor, “Nereden senin uçağın oluyor?” Babam da, “Ben neyim? Türk vatandaşıyım. Bu uçan uçak kimin uçağı? Türk milletinin uçağı. Neden benim diyemiyorum ben bu uçağa?” diyor. Hâkim kovuyor mahkemeden. Böyle saçma şeyler oldu. Kafası kızan birbirini ihbar ediyordu. Ama bütün zulüm 60 İhtilâli’nde Demokratlara yapıldı. O yüzden yıllar yılı Demokrat Parti’yi seçtim hep. Menderes’in asıldığı zamanlarda komşularımızdan birisi İmralı’ya, yani asıldığı adaya buradan, Tire’den, yağlı urgan göndermişti. Tire’nin urganı meşhur ya… Kimisi helvasını kavuruyor, helva yapıp dağıtıyor. Menderes’in idamından sonra, babam da o sıkıntı ve üzüntü yüzünden kalp krizi geçirdi. Babamı kaybettim o ihtilâlde. Ve ben küçücük yaşta babasız kaldım o darbe nedeniyle, o yüzden hiç sevmiyorum ihtilâlleri.
Sıkıyönetim
Bir de 70–71 yıllarında sıkıyönetim zamanları ben çok sıkıntı yaşadım. Eşim Nurculuktan cezaevindeydi. O zamanlar da baskınlar oluyordu evlere. Benim eşim cezaevine girdiğinde çocuğum 27 günlüktü. 1 yıl ağır hapis cezası, 4 ay da göz hapsi aldı. İyi hâlden 8 ay yattı. Ama eşim de benim gibi memurdu; ağır hapis cezası aldığı için memuriyet hakkını yitirdi.
O zaman çocuklarınız nasıl etkilendi bu durumdan?
O zamanlar sadece bir bebeğim vardı, bir yaşında. Hatta 27 günlüktü bıraktığında, geldiğinde yürüyordu zaten. Hiç tanımıyordu babasını. Sadece bir Celâl var, biliyordu evde hep bahsedildiği için. Fotoğrafını gösteriyordum; “Bak, bu senin baban.” diyordum. Celâl ‘görmesin beni burada’ diye bebeği hiç cezaevine getirtmedi,. “Celâl neden gelmiyor?” diyordu. Artık konuşmalardan ne anlıyorsa… Mesela yaramazlık yaptığında, “Celâl’e söylerim seni, gelir kulaklarından çeker.” diyordum. “Kapalı ki, çıkamaz, gelemez ki” diyordu. Çocuklarım 80’li yılların sıkıntılarını yaşadılar. Ömrümüz Risale-i Nur’ları saklamakla geçti. Evim kiraydı. Eşim tutuklandı bir maaşa düştüm. Sütlerim kesildi. O zaman ilk mamalar çıktı. Mamaya başladım. Mamalar da o kadar pahalı ki, param yetmiyor. Cumartesi günleri mesai olurdu eskiden öğleye kadar. Öğleyin işten çıkardım, cezaevine giderdim. Eşimin ihtiyaçlarını bir kâğıda yazar, Ödemiş pazarına giderdim. İhtiyaçlarını alır tekrar cezaevine götürürdüm. Kirli çamaşırlarını alırdım, temizlerini giderken götürürdüm. Her Cumartesi bunu yaşardım. Bir yıl boyunca… Maaş yetmiyor, bir destekçim yok, güzel dikiş dikerdim. O zamanlar meşhurdu turist gömlekleri. Her gün işten çıktığımda, akşam üzeri on tane turist gömleği dikerdim. Hafta sonunda otuz tane daha dikerdim, yüze tamamlardım. O bana bir maaşım kadar para getirirdi. Bir de geceleri Kızılay’a file örerdim. Bebeğimi ayağıma yatırırdım. Her gece bir tane file örmeden yatmazdım. Kızılay ipini veriyordu, ördürüp satıyordu. Hem cezaevindeki eşime bakıyorum, hem kendime bakıyorum, hem çocuğuma bakıyorum, hem evimin kirasını veriyorum. Öyle bir yaşantı sürdüm bir sene boyunca.
“Anlatmakla bitmiyor bazı şeyler…”
Bazı duyguları anlatamıyorum. Her şey de akla gelmiyor. Çok şey var yaşadığım. Eşim Celâl Bey’in o tutuklanışı, götürülüşü… Cezaevindeki o durumlar… Kendimi o kadar kötü hissederdim ki cezaevi kapılarında. İlk ziyarete gittiğimde, çıldırıverecek gibi oldum. Bir bakıyorum, cezaevi kapısında yığılanlara; “Allah’ım! Ben bu insanlarla nasıl gireceğim?” diye duvarın kenarında dikildim. “Elbet bitecek bu insanlar. Ben karışmayacağım bu insanların arasına.” diye çok ıztırâb duydum o gün. O insan kalabalığı bitinceye kadar bekledim. Bir ara baktım, cezaevinin müdürüymüş, kapıya çıkmış. Karşıdan beni görmüş. Bende de krem pardösü var. O zaman için gayet düzgün giyimli bir insandım. Karşıdan baktı bana doğru, ben hiçbir şey demedim. Sonra baktım gardiyan geldi, “Müdür sizi çağırıyor.” dedi. Gittim müdürün odasına. Celâl Bey’i çağırdılar. Orada görüştürdü bizi. “O bayan içeri giremiyor, karışamadı kalabalığa” demiş. Sonra alıştım artık. Zaten eşim bana “Gelme” diyordu; ama gitmediğim zaman da darılıyordu. Hayatının en güzel çağlarında düşün bu yaşadıklarımı. Eşim ilk ceza yediğinde 3 günlük evliydim ben.
Devamı Bizim Aile Eylül sayısında…