İçinde bulunduğumuz süreç; çocuklarımıza adaleti, doğruluğu, duayı, Rabbe sığınmayı öğretebileceğimiz uygun bir zaman. Çünkü sorularının ardı arkası kesilmiyor. Uzm. Klinik Psikolog Rukiye Karaköse ile darbenin ailemiz ve ruh sağlığımız üzerindeki etkilerini, bu zamanları en az hasarla atlatabilmenin yollarını konuştuk. İstifadeli okumalar…
15 Temmuz gecesinin ailemiz, özellikle çocuklarımız üzerindeki etkileri neler oldu?
Öncelikle çocuklar bu olaylardan hiç ummadığız şekilde etkilenebiliyorlar. Uçak sesleri, insanların yaşadığı panik, kaos ortamı, gürültüler, camların titremesi gibi şeyler çocuklarda anlık ciddi korkulara sebep olabiliyor. Bazen bu korkular kalıcı olabiliyor. Şöyle ki; bir kapı çarpmasında, bir arabanın fren yapmasında, uçağın alçaktan uçuşunda hemen bir şey oluyor zannediyorlar. Bir de çocuklarımızın izledikleri filmler, çizgi filmler ve buralardaki şiddet ve savaş sahneleriyle de birleşiyor ister istemez. Düşmanlar mı saldırıyor, uzaylılar mı istila ediyor, küçük çocuklar bunu çok iyi ayırt edemez. Birinci etkilenme düzeyi, kendinin şiddetle tanışıklığı ne kadar ve bu belirtileri nasıl algılayacağıyla ilgili; ikincisi de ebeveynlerin etkilenme düzeyiyle ilgili. Çünkü çocuk bizi bir ayna gibi takip ediyor. Anne ve babaya bakıyor nasıl tepkiler veriyor diye. Yani biz mutmain, sakin, paniksiz ve soğukkanlı isek çocuk bunu ona göre değerlendirecek. Çocuk anne babanın tavrına bakarak; “Evet, bir şeyler oluyor; ama kontrol altında. Annem ve babam sakin, beni koruyup kolluyorlar. Ne gerekiyorsa yapıyorlar. Demek ki büyük bir problem yok.“ şeklinde de düşünebilir. Ya da anne babanın çok panik yaptığını, endişelendiğini, çığlık atıp bağırdığını, ağlamaya başladığını görürse, o zaman da ister istemez bunun trajedi olduğu, kontrolden çıkmış kaos olduğu gibi bir düşünceye kapılacak. Bunun da tepkisi çok daha ciddi olacak. Belki uykularına yansıyacak. Çünkü çocuklar duygularını bize göre daha açık ifade ediyorlar ama isimlendiremedikleri zaman bedenselleştiriyorlar. Yani karnı ağrımaya başlayabiliyor. Uykusuzluklar, altına işemeler boy göstermeye başlıyor. Strese bağlı olarak bu türlü davranışsal problemler gözlemleyebiliyoruz daha sonrasında. Yani önce yetişkinlerin tavrı önemli. Bizim sakin olmamız ve tavırlarımızın bulaşıcı olduğunu unutmamamız lazım. Biz sakin ve soğukkanlı davranırsak çocuk da sakin kalmayı öğrenebiliyor.
Sosyal medyada bir bilgi kirliliği söz konusu ne yazık ki. Bunun getirdiği olumsuz duygulardan kendimizi ve çocukları nasıl koruyabiliriz?
Çocukların olabildiğince sağlıklı kaynaklardan beslenmelerini sağlamak lazım. Yani haber takip edebilecek yaştaki çocuklar, 9–10 yaşlarındaki çocuklarsa, onların, spekülatif, ortamı daha çok korku ve kargaşayla doldurmaya yarayacak haberleri yayan siteleri takip etmelerindense, sağlıklı, aklı başında yayınlar yapan, aldığı bilginin doğruluğunu teyid etmeden paylaşmayacak adresleri takip etmeleri gerek. Çoğu zaman, hiç kaynağını sorgulamadan bize gelen haberleri panik hissiyle bir başkasına gönderebiliyoruz. “Arkadaşlar böyle bir haber aldım, doğruluğunu bilmiyorum ama size de gönderdim.” diye… Işık hızıyla yayılıyor. “Şu gün dışarı çıkmayın, bu gün böyle yapmayın, dışarıda patlama olacak” gibi aslı astarı olmayan korkuya, paniğe, dehşete yönelik, “Arkadaşımın annesi konsoloslukta çalışıyormuş, ona da bir tanıdığı söylemiş…” gibi kaynaklarla yayılıyor genellikle bu haberler. Bunlar sağlıklı değil, olabildiğince mesafeli durmak ve yapabildiğimiz kadar da insanlarla ilişkilerimizde bu tür haberleri yaymadan önce bir doğruluk süzgecinden geçirmemiz gerekiyor. Diyelim ki biz yetişkiniz, paniğimizi kontrol edebildik bir noktaya kadar: “Dur bakalım, doğru mudur? Yalan mıdır?” diyebildik. Ama çocuklarımız için bu daha zor. Eğer Twitter, Facebook gibi sosyal ağları kullanıyorlarsa onlara sağlıklı adresleri takip etmelerini söyleyelim. “Bak kızım/oğlum, bunların dışındaki şeylere itibar etme. Bizden doğruluğunu teyid ettirmeden böyle bilgilerle hareket etme.” Çünkü bu tür bilgiler, korku ve panikle insanı başka şey düşünemez hale getiriyor. Bu da psikolojik savaşın bir parçasıdır.
Hassas günlerden geçiyor ve zıt duyguları bir arada yaşıyoruz. İnsanların kutuplaşmasını engellemek, zedelenen güvenleri tazelemek adına insanlar birbirine nasıl davranmalı?
Şöyle bir inancımız var: “Bu uğurda ölenlere ölü demeyiniz, onlar diridirler. Rabbim katında rızıklandırılıyorlar.” Bu olağanüstü ve erişilmek istenen bir mertebe, normal bir ölüm değil. Onun psikolojik bir yası olacak; ama o da bir kutlama gibi yaşanmış oluyor. “Ne mutlu bana şehit babası oldum ya da şehit eşiyim, şehit çocuğuyum” deyip övünülen ve gurur duyulan bir tarafı var. Ama tabiî ki hiç kimsenin kalbini incitmeden yaşamak lazım sevinci de. Ülke bir badire atlattı, bu bir gerçek. Bunun kutlaması, onuru, gururu ülke çapında da yaşanacak, belki şenlikler de yapılacak; ama hiç kimsenin de özellikle şehit ve yaralıların ailelerinin kalbini de incitmeden yapmak gerekiyor. Onların rehabilitasyonu da toplumun bir görevi. Tabiî önce burada devlete görev düşüyor. Devlet onlar için gereken çabayı, yara sarıcılığı, şefkati göstermeli. İnşallah daha güzel günleri yaşarız. Çocuklarımız bir daha bu şeylere şahit olmazlar. Çünkü çok fazla yaşadık bunları tekrar tekrar…Bu, alnımızın akıyla ülke çapında verdiğimiz bir mücadele. Geçmişte yaşananlardan ders almak bizim için önemli. Adnan Menderes’in asılması hâlâ bizim toplumsal olarak hafızamızda taze duran bir yaradır. O zamanki darbe komutanının söylediği; “Elli kişi çıkıp yürüseydi, protesto etseydi, biz Menderes’i asamazdık.” demesi yıllardır içimizde yaraydı. Tabi yıllardır korkutulan bir halk vardı. Ama şimdi TSK’nin içerisinde emir-komuta zincirini kıran bir grup vatan haini bunu yaptı. Böyle bir olayın ardından bize ve devlete düşen ders almaktır. Bizim birbirimize daha anlayışlı, daha şefkatli ve daha kucaklayıcı olmamız lazım. Birbirimizin dinine, ırkına, etnik kimliğine, mezhebine bakmadan, ayırıma gitmeden birleştirici olmamız ve benzer noktalarımızın altını çizmemiz lazım. Yani farklılıkların değil de benzerliklerin altını çizmeliyiz. Aynı bayrağın altında, aynı topraklarda yaşıyor olmak, ortak kültüre sahip olmak birleştirici noktalarımızdır. Bunlara dikkat çekerek kardeşliği güçlendirmemiz lazım. Geçmişimizdeki kayıplara bakarak Menderes’i, Polatkan’ı ve arkadaşlarını düşündüğümüzde, bu kayıpları tekrar yaşamamak için, Türkiye’nin tekrar 30–40 yıl geriye gitmemesi için bizim birliği ve bütünlüğü her zamankinden daha fazla iliklerimize kadar hissetmemiz gerekir. Güzel bir manzara vardı; örtülüsü, çarşaflısı, sakallısı, mini eteklisi, abdestlisi, sarhoşu hepsi tek bir şey için bir aradaydı… Olması gereken çizgi bu. Herkesin günahı, alışkanlıkları ya da bize ters gelen davranışı kendi mahremidir. Benim özgürlüğümü kısıtlamadığı sürece benim için bir problem yok. Allah’ın emirleri çok çeşitli. Ben elimden gelenleri yapmaya çalışıyorum. Bana zor gelenler, kolay gelenler var. Bir başka Müslüman kardeşime bazı emirler kolay gelmiştir; ama benim yaptığım şey zor gelmiştir. Onu bundan dolayı ayıplayamam. Örtülü değil ya da benim gibi düşünmüyor diye birbirimizi kınamamalı, dışlamamalıyız. Kimseyi ötekileştirmeden; “Bu topraklarda yaşıyorsak, aynı bayrağın altında kalbimiz çarpıyorsa o benim kardeşim” diyebilmemiz lazım. Bu bayrağın altında özgürce Süryaniler, Ermeniler de yaşamak istiyor. Dinimin bile aynı olması gerekmiyor. Allah onlara “Yaptıklarından sorumlusun.” demiş. Onun sorumluluğu Allah’a, bana değil. Allah onu muhatap kabul etmiş, benim tekrardan jandarmalık yapmama gerek yok. Bizim birbirimizi anlamaya ve kabullenmeye ihtiyacımız var.
Devamı Bizim Aile Eylül sayısında…