Üstadın kendi ifadelerinde de yer aldığı üzere Risale-i Nur’un hiçbir eserinin diğerine üstünlüğü yoktur. Hepsi ihtiyaç duyulduğu noktada, bir bakıma en önemlidir. Ne var ki, “anlaşılamaz” diye nitelendirilip, bazı eserler “iftiraya uğramışlardır.” Muhakemat, İşaret’ül İcaz, Eski Said Dönemi Eserleri de maalesef bu noktada okunması ertelenenlerdendir. Allah’ın lütfu olarak ana dilimizde yazılan bu eserleri anlama noktasında bize düşen tüm bu önyargıları göz ardı edip, anlamayı kolaylaştırıcı biraz lügat, biraz temel bilgi çalışması, merak ve gayretle bu eserlerin satırlarından da muhteşem âlemlere açılan kapıların açıldığını görmek emeğimizin en verimli meyvesi olacaktır.
Bazı şeyler vardır ki, parçalarını bütününden ayrı düşündüğünüzde, ne parçayı ne de bütünü tam anlamak mümkün görünmemektedir. Üstadın hayatını da bu noktada değerlendirmek gerekir. Üstadın kendisi hayattayken isimlendirdiği hayat safhalarını, birbirinden farklı gibi görünse de, birini diğeri olmaksızın düşünmemek gerekir. Bazı yazarların, düşünürlerin hayat safhalarında karşılaşılabilinenin aksine, birbirini reddetmekten uzak olan bu süreçler; aslında birbirini hazırlayan, tamamlayan, daha iyi anlaşılmasını sağlayan bir bütünlük içindedir. Her işin duayeni olduğu gibi “iman Kur’ân davasına hizmeti” kendine meslek edinenlerin duayeni olarak Bediüzzaman’ı kendimize “Üstad” kabul etmişsek, bizim de bu noktada artık “baziyetimiz” olmaması gerekir. Teşbihte hata olmasın Ebu Bekir Sıddık’ın (ra), “O (asm) diyorsa doğrudur” dediği gibi… Yoksa Bediüzzamanın sadece hayatının bir bölümünü kendimize rehber edindiğimizde sadece o dönemin yol göstericiliğiyle, diğer iki safhanın yoksunluğunun eksikliğini yaşarız. Bu da aslında Bediüzzaman’ı gerçekten “Üstad” edinemeyişin göstergesidir.
Eski Said Dönemi Eserleri’ni okurken Bediüzzaman Hazretlerini sadece sosyal olayları yalın olarak değerlendirip “imani” meseleleri sadece şahsi hayatında yaşadığını düşünmek büyük bir dikkatsizlik olacaktır.
Eserlere şöyle kuşbakışı bir baktığımızda sosyal problemlere yine Kur’âni çözümler bulunduğunu görmekteyiz. Bizi atıl hale getirip adeta zindandaymış gibi elimizi kolumuzu bağlayan ilk düşmanımız “ye’s” denen ümitsizliktir. Manevî hayatımızı hastalandıran dört illetten birincisi de “ye’s”tir. Cemiyetteki altı hastalığımızın ilki de “ye’s”tir. Hepsine sunulan ilaç da Kur’ân eczanesindendir. “Allahın rahmetinden ümidi kesmeyiniz.” Her ne kadar ibadet noktasında eksikleri olsa da, açıktan inkarın olmadığı, taklidi de olsa imanın bulunduğu Osmanlı Devletinde ayetlerden doğrudan çözüm sunulmaktadır. Yirmili yılların ortalarına gelinip Risale-i Nur eserleri telif edilmeye başlandığındaysa, öldükten sonra bir hayatın varlığına değinilmeden, Allah’ın var ve bir olduğunun ispatını görüyoruz haşir bahsinde.
1900’lü yılların mutlakî atmosferinde bile basın yoluyla fikirlerini pek çok çevreye ulaştırdığı görülmektedir. Tek adam rejiminin fikri hürriyete hayat hakkı tanımadığı “istibdat” olarak adlandırılan dönemde gazetelere makaleler yazarak basiretiyle yol gösteren Bediüzzaman; dini terminolojinin yanı sıra Osmanlı üzerinden dini hatırlatabilir endişesiyle “mehtap”, “fatih” gibi kelimelerin bile sansürlü olduğu yıllarda; sürgün, hapishane şartlarının zemherisinde gazeteye pek sıcak bakmaması gayet normaldir.
Dilekçe bugün resmi bir iş için bizlere normal gelse de 1907-1908 Osmanlı başkenti İstanbul’da alışılmışın dışındadır. Henüz otuz yaşına yeni gelmiş, genç Molla Said’in II. Abdülhamit’e dilekçe verme girişimi akim kalınca, padişaha gazete sayfalarından seslenmiştir. Anlatımında da o yıllarda çok yaygın bir usul olan rüya ile düşüncelerini anlatmış, padişaha adeta millet ve memleket hayrına gönüllü danışmanlık yapmıştır.
Osmanlının son dönemlerinde iyice yabancılaşıp biri birini cahillik, dalaletle suçlayan mektep, medrese, tekke üçlüsünün; fen, teknoloji, ilim, irfan maneviyatla birbirini anlar ve uzlaşır hale gelebilmesinin çözümleri sunulmuştur.
Meşrutiyetin ilanıyla birlikte yeni bir sürece girilmiştir. Ancak tecrübesizlikten, yeterli sayıda yetişmiş insan kıtlığından, mutlaki dönemden kalma acılarla öç alma duygularının kamçılanmasından, gerek askeriyede gerekse idari yapılanmadaki kişilerin dini konulardaki duyarsız davranışlarının yol açtığı hazımsızlıklardan ortaya çıkan gerginlikleri gidermek için bazen hayatını bile ortaya koyarak çaba sarf etmiştir. Fakat bir iç çatışmayı tetikleyen halleri durdurmaya çalışsa da, “31Mart Vakıası” denen olayın patlak vermesini tamamen engelleyememiştir. Çünkü kendi deyimiyle “dam serilmiştir.” Bütün yatıştırıcı çalışmalarından dolayı tebrik edilmesi gerekirken kendisini Sıkıyönetim Mahkemesi’nde idamla yargılanır bulan Bediüzzaman, 31 Mart Vakıası öncesi yatıştırıcı olarak yaptıklarını “İki Mektebi Musibet Şehadetnamesi” adını verdiği eserinde ironik bir dille anlatmıştır.
1908 Temmuz’unda İstanbul’da yaşanan sadece Osmanlı Devleti’nin mutlakiyetten meşrutiyete geçerek bir yönetim biçimi değişikliğine gitmesi değildir. Muhakemat isimli eserde de detaylı olarak anlatılan “mazi” ya da “istikbal” adamı olmaktır mesele. Ve Bediüzzaman’ın tarifiyle meşrutiyetle “mazi adamı” olmaktan çıkılmış ve istikbale namzet bir hal alınmıştır. Bugünkü deyişle demokratikleşmenin en önemli temel taşı konmuştur. Ne var ki padişahın yetkilerinin sınırlandırılıp, halkın hür iradesinin devreye girmesini; başkent İstanbul’da bile dine zarar geleceği evhamıyla karşılayanlar varken, Anadolu’nun bu noktada bilgilendirilmesi gerekmektedir. İsim ve resim kıskacında işin aslını anlayamayanların aksine, kelimelerde boğulmayan Bediüzzaman, içi anlamlı bir şekilde doldurulan kavramların anlaşılmasını sağlamak için gayret göstermiştir. Haberleşmenin bugünlere kıyaslanamayacak durumda olduğu yirminci yüzyılın ilk yıllarında “meşrutiyet”in asıl manası anlatılmalıdır. Bunun için yollara düşen Bediüzzaman’ın Doğu’daki aşiretlerle ve aşiretlerin maddi manevi yapılanmasını kontrolünde tutan aşiret reisleriyle uzun süren görüşmeleri olmuştur. Bu görüşmelerde kendisinin İstanbul’dan gelişini heyecanla karşılayanlara ”İstanbul’dan müjde” getirdiğini söylemektedir. Bunun aksini duyduğunu söyleyenlere ise cevap çok ilginçtir:
“Şeytanın arkadaşları çoktur.” Yani bu ne demek?
Demokratikleşmeden kötü olarak bahseden olsa olsa şeytanın arkadaşı olur… Üzerinden takriben bir asır geçen bir eser olsa da Sunuhat isimli eserdeki “Rüyada Hitabe” bahsi bugün bizim için de manevi bir ihtar niteliği taşımaktadır. Bir rüyayı sadıkadan bahseden eserde Osmanlıyı yenilgiye sürükleyen manevi buhrandan bahsedilir. Namazın kefareti olarak cephede yaşanan sıkıntılar, orucun kefareti olarak kıtlık yılları, zekâtın kefareti olarak savaş yıllarında heder olan mal mülk; İslâm’ın kelime-i şehadet dışındaki hükümlerini hayata geçiremeyen milletin ödediği bedel olmuştur. Hacdaki hatamızsa çok daha büyüktür. Bosna’da, Suriye’de yaşanan sıkıntılar öncesi halkın dini yaşayıştaki lakaytlığı hep anlatılır… Bugün yaşadığımız felaketleri göz önüne alınca millet olarak bize düşen görev gayet net görünmektedir…
Bediüzzaman Hazretlerinin daha sonra Risale-i Nur Külliyatı’nı yazarken de yaptığı gibi teorik meseleleri Eski Said Dönemi Eserleri’nde de temsillerle anlatmasıdır. Mesela “Meşrutiyet”, “İstibdat” gibi sosyal bilimleri ilgilendiren kavramları; çadırında oturup, dalkavukların getirdiği yalan haberlerle çevre köylerdeki hastalara ilaç yazan hekim temsiliyle akla gayet yakın hale getirmiştir. Risale-i Nur’un Barla’da yazılmaya başlamasından yıllar önce, Osmanlı Devleti döneminde bazısı ilk önce Arapça olup daha sonra Türkçe’ye çevrilen Eski Said Dönemi Eserleri bugünkü meselelerimize de ışık tutmaktadır. Ellili yılların sonlarına doğru kendisinden sosyal meselelerle ilgili ders isteyen talebelerine Üstad, Hutbe-i Şamiye ve Zeyillerini okumalarını tavsiye etmiştir. Ki Hutbe-i Şamiye ve Zeyilleri de Eski Said Döneminde yazılan eserlerdir. Bu noktada bundan sonra bize düşen bu eserleri dikkatlice okumak ve içindeki prensipleri hayata geçirmek olacaktır.