Soruyorum size, dünyada, 7/24 kesintisiz çalışılan ve neticesinde hiçbir nakdi geliri olmayan tek meslek nedir? Cevabınızı duyar gibi olsam da size önce bir anekdot aktarmak istiyorum. Eşimle tapu dairesinde bir işimiz vardı. İmza atmam gerekiyordu. Oradaki memur “Eşiniz ne iş yapıyor, mesleği nedir” diye sorunca eşim de “ Ev hanımı” demişti. Memur, “Hımmm eşinizin okuma yazması var mı?” diye sordu. Kökeninde sadece gelir getiren bir meslek olmadığı için ev hanımlığı bir meslek olarak kabul görmediği gibi, ev hanımı toplumda ümmi olarak kabul görüyor. Adeta cezalandırılıyor. Erkek için böyle bir ayrım söz konusu olmazken, kadının sosyal hayattaki konumu hep dar kalıplara sokulmak isteniyor. Ev hanımı olan kadınlara bedava işçi gözüyle bakılması kadınlarda, toplum içindeki saygınlıklarını kaybettikleri zannı oluşturmuş ve bu handikaptan kurtulmak için çareler aramışlardır. Nasıl bir çare bulmuşlar? Tabi ki çalışarak. Eğer eli para tutarsa hem eşine, hem de çevresine karşı söz sahibi olabileceğini saygınlığının artacağını düşünerek ücretli işçi olmuşlar.
Kadının, insan olup olmadığı bile sorgulandığı ve muhafazakâr çevrede dahi sanki yaradılış nedeni sadece Allah’ın erkeklere sunduğu ikram-ı ilahi olan kadınlar, varlıklarını ispat bahanesiyle yuvalarından uçurulmuşlardır. Hani biz hep mimsiz medeniyeti suçluyoruz ya, kadınları değersiz gösterip onları kendilerini ispat etme derdine düşürdü diye. Belki empoze edilen fikirlerin de etkisi olmuştur muhakkak ama, biraz önce de bahsettiğimiz gibi muhafazakâr çevrenin de kadını erkeğe sunulmuş bir armağan gözüyle bakması da kadınların kendilerini ispat etme derdine düşmesinde büyük payı vardır. Batı medeniyeti kadının bu zaafından faydalanıp, kadının çalışmasını medeniyetin icabı olarak gösterip umumileştirmiştir. Kadını cinsiyetiyle beraber başarıya götürecek hedefe kilitlemiştir.
İstisnalar hariç, soruyorum size, hangimizin annesi sakın kızım okuma, bir meslek sahibi olmaya özenme, evinin kadını ol, kocanın getireceğine kanaat et, evinin hanımı ol demiştir. Ne yalan söyleyeyim benim annem böyle bir telkinde bulunmadı. Aksine okumamı, meslek sahibi olmamı, ayaklarım üstüne durmamı, en önemlisi de ezilmememi de isterdi. Annem, üç çocuk büyütmüş 55 senelik evliliği olan bir ev hanımı. Sizin de tahmin edeceğiniz gibi çok uzun bir süre şu an mevcut olan teknoloji harikası ev aletlerinin hiç birisi bizim evimizde yoktu. Şimdi ev hanımlarının adı ev hanımı. Her şey teknolojik aletlerle hallediliyor. Sadece bir düğmeye dokunarak çamaşır, bulaşık her şey yıkanıyor. Oysa küçüklüğümde annemin gün boyu şöyle bir saat oturduğuna dahi şahit olmamışımdır. Ev işi ve mutfak annemin bütün gününü alıyordu. Evet hem bedava işçilik yapıyor, hem de annelik. İşte bütün sır bence burada saklı. Sadece bir mesleğe sahip olabilmek için yıllarca okumak zorunda kalırız ama anne olunca bütün o mesleklerin hepsine sahip oluyoruz farkında bile değiliz. En popüler meslek olan doktorluk mesela bütün annelerin doktorluk becerisi vardır. Hele hele birden fazla çocuğa sahipseniz uzman doktorlara bile taş çıkartabilirsiniz. Tecrübeyle sahiptir. Elimizden elektrik işleri gelir, boya badana yaparız, aşçılığımızda elimize kimse su dökemez, iyi bir öğretmeniz anaokulundan lise bitinceye kadar, yine iyi bir psikoloğuz, yeri gelince çetin bir avukat hakim ve savcıyız. Müthiş bir ekonomistiz. Sayın sayabileceğiniz kadar.
Nerede yanlış yapıyoruz ki, günümüzde hali hazırda üniversitede okuyan kız çocuklarımız, üniversitede okumanın yegâne amacını çalışmak ve para kazanmak olarak düşünüyorlar. Ekonomik özgürlüklerini elde ederseler daha mutlu olacaklarını zannediyorlar. Elbette bu yanlışta en büyük pay, anne ve babaların oluyor. Yanlış hedefler veriyoruz çocuklarımıza. Yaradılış gayemizi hiç hesaba katmadan sanki ebediyen bu dünyada kalacak gibi. Oysa ki kadın ve erkeğin yaradılışındaki fıtrî temayüller o kadar güzel birbirini tamamlıyor ki, beşerin kirli eli değdiğinde o dengeler alt üst oluyor. Allah, kadın ve erkeğin yaradılışlarında öyle mükemmel bir denge kurmuş ki, hem birbirine tamamen zıt, hem de birbirini tamamlayan özelliklerle donatmış. Erkeklerin fıtratına liderlik, güç ve iddia vermiş, kadınlara ise teslimiyet ve şefkat. Hz. Mevlana “Zıtlıkların uyumundan hayat doğar, zıtlıkların savaşı ise ölümdür” demiştir. Birkaç kelimeyle ne kadar güzel anlatmış değil mi asrımızın en büyük derdini.
Yazımın başlarında annemden bahsetmiştim sizlere. Teknolojinin bu kadar ilerlemediği dönemde annemin 7/24 uğraşısından. Benim bir meslek sahibi olmam ve ayaklarım üzerine durmam için verdiği çabadan. Gerçi annem çok da haksız değildi akşama kadar iş, güç ve üç tane çocuğun mesuliyeti. Sonuç ise bu çabalarının neticesi karşılığı hiç takdir, tebrik alamamak. Balık baştan kokar misali, şimdi sıkıntısını çektiğimiz bütün problemlerin başlangıcı burada saklı. Allah kadın ve erkeğin birbirine üstünlüklerini sadece takvada ve Allah’tan korkma derecesiyle sınırlarken, insanoğlu kadına, Allah’ın verdiği değerin onda birini bile vermemiş, ona insan gözüyle bakmamıştır. Hal böyle iken, kadın taifesi asırlardır kendini ispatlama derdine düşmüş, kâh boyun eğip kaderine teslim olmuş, kâh hak arama adına isyan ederek kimlik arayışına girmiştir. Kendi yerinin ne olduğunu hep sorgulamıştır. Bu da kadının hep uçlarda dolaşmasına sebep olmuştur. Kadının bu kadar değersizleştirilmesine kim sebep olmuş? Batı medeniyeti mi, yoksa İslâmiyet’te olmayıp sonradan israliyatla dine mal edilmiş inanışlar mı?
Bilinmez, ama günümüzün en yoğun tartışma konusu olan kadını en güzel şekilde Bediüzzaman Said Nursî Risale-i Nur’da anlatmıştır. Kadın hakkındaki tartışmalara en güzel Hanımlar Rehberi ile cevap vermiştir. Kadının hayat arkadaşı olma vasfını, şefkatini, anneliğini ön plana çıkarmış, kadının gerçek vasıflarını ve kimliğini açıklamıştır. Kadını İslâmiyet eksenli klasik yaklaşımlarla ifade eden ve polemiğe sebep olan müfessirlerin aksine kadının da erkek gibi saygıya hürmete ve takdire şayan bir insan olduğunu belirtmiştir. Risale-i Nur’un esaslarından olan şefkat sırrı kadında temerküz ettiğinden doğrudan muhatap almıştır. Kadın fıtratına derç edilmiş bu şefkat sırrıyla etrafındaki sevdiklerini sarıp sarmalar, muhabbetle kucaklar. Şefkat öyle bir sırdır ki bu duyguyla kadınlar, sadece insanları değil etrafındaki hayvanları ve bitkileri bile aynı duyguyla sever. Kadınlar duygusaldır ve başkalarını mutlu ederek mutlu olmak onların özelliğidir. Aile bir devlet gibidir. Dış işlerinden erkek sorumludur, erkek ailesini korur ve kollar, maddi açıdan istidatları doğrultusunda ailesinin ihtiyaçlarını karşılar. Erkekler rasyoneldir gerçekçi düşünür, olayları kurgulamaz, duygusal olmadıklarından verdikleri kararlar nettir, otoriter olmaları da bundan kaynaklanmaktadır. Ailesini dışarıdan gelecek her türlü saldırıya karşı canı pahasına karşı korurlar. Erkeğin fıtratı böyle yaratılmıştır.
Kadın ise ailenin iç işlerini tanzim eder. İçerideki uzlaşmayı ve muhabbeti tesis eder. Fıtratına derc edilmiş şefkat sırrıyla ailesini bir arada tutmayı hedefler, kırgınlıklar, küslükler, hatalar bu şefkat sırrının içinde eriyip kaybolur. Bütünleştiricidir kadın, ailesine mensup olan herkesi kucaklar, fitneye ayrılığa sebep olacak her turlu zararlı hadiselerden uzak tutar. Erkek ailesini dışarıdan gözetir, kadın da içeriden.
Hadiseye bu cihetten baktığımızda sanki kadın ve erkek görev paylaşımı yapmış gibi gözüküyor. Bir anlamda doğru. Ancak kadına Allah öyle bir ayrıcalık vermiş ki hiçbir erkek o ayrıcalığa sahip olamaz. Sizin de tahmin ettiğiniz gibi ayaklarının altına cennet serilecek kadar kutsal olan annelik vasfı kadına verilmiş en büyük ayrıcalık. İşte yazımın başlığına konu olan hadiseye geldik. Ne yazık ki kadınların kimlik arayışlarında en çok yanıldıkları mesele bu olsa gerek. Bazı müfessirlerin klasik yaklaşımlarla kadının annelik vasfının ön plana çıkarmayarak sadece cinselliği ve erkeğe hizmet eden bir varlık olması yönüyle ele almaları kadını kendine değersiz hissettirmiş ve erkeğe karşı kendini ispatlama zorunluluğuna itmiştir. Halbuki kadını Yaradan o kadar değerli kılmıştır ki mevcudatın yaratılış neticesi ve arzın en müşerrefi, bütün mevcudatın hizmetine koştuğu insan mahlukunu yetiştirme vazifesi vermiştir. En güzel şekilde yaratılıp sonra da en aşağı seviyeye inebilecek kabiliyette olan insan, annelere emanet edilmiş. Bizim bir an önce büyütüp de hayatımıza kaldığımız yerden devam etmeyi hayal ettiğimiz, belki hoşlanmadığımız huylarından dolayı angarya bile gördüğümüz insan yavrusunu, Allah annelerinin şefkatli ellerine teslim etmiştir. Yük çok ağır, vazife ağır, ne kadar sürecek bu vazife ömür boyu. Ücret, işte orada takılıyoruz. Acilen ücretimizi istiyoruz. O da verilmiş aslın, nasıl, çocuğumuza duyduğumuz o sonsuz sevgiyle. O öyle acil verilmiş bir ücret ki bizi hayata bağlıyor, yaşama arzusu veriyor, başımıza gelen hadiselere karşı dayanma gücü veriyor. Yetmez mi? Vazife o kadar önemli ki yetmez. Bir de tecil edilmiş ücret var ki herkesin mukabilinde sahip olacağı her şeyi verebilecek bir ücret “cennet”. Evet şimdi sormak lazım hangi mesleğin karşılığında kesin vaad edilmiş bu ücret var. Doktorluğa, avukatlığa, mühendisliğe ve hayalinizde hangi meslek ve kariyer varsa annelik mesleğine hangisini yeğlersiniz. Evet, sorduklarında “ev hanımıyım, anneyim” demeye utanmamalıyız, basit görmemeliyiz. Bize emanet edilen yavrucuklarımızı bize verildiği gibi tertemiz masum bir şekilde emanetin sahibine teslim etmeliyiz. Ki, “Cennet annelerin ayağı altındadır.” Hadis-i şerifine musaddak olalım. Bu yönüyle kadın kimliğimize baktığımızda ne kadar değerli olduğumuzu ve erkeklerin bizden üstünlüklerinin sadece takva cihetiyle olduğunu görürüz. Zira her canlı varlık gibi durmuyoruz gidiyoruz. Birbirlerinin eksikliğini tamamlamak Allah’ın vermiş olduğu emanetleri yine en güzel şekilde teslim edebilmek için iş bölümü yaptığımız erkeklerle boy ölçüşmeye kalkışmamalıyız. Hani “kafa kafaya vermek” diye bir deyim vardır ya bana bu deyim kadın ve erkeğin nasıl birbirini tamamladığını bir bütün olduklarını hatırlatır. Aksine kadının sadece erkek için yaratılmadığını, erkeğe sunulmuş ilâhî bir nimet olmadığını, Allah katında insan olduğunu, kul olduğunu, erkeği tamamladığını, ancak erkeğin de onu tamamladığını, birbiri olmadan olmayacağını bana hissettiriyor. Bilmem siz de bana katılıyor musunuz? Bu dünyada endişelenilecek en büyük hadisenin, kadının erkek için mi erkeğin kadın için mi yaratıldığı hadisesi değil, bu zemin yüzündeki özellikle Müslümanların başına açılmış ve iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen baki ve daimi tarla ve mülkü kazanmak ya da kaybetmek davası başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse kaybedecek. Ve bu asırda maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Acaba bu kaybettiği davanın yerini bütün dünya saltanatı verilse doldurabilir mi? diyor Bediüzzaman Said Nursî. Evet, son sözü sizlere bırakıyorum kaybedilen bu davanın yerini hangi terakki, hangi kariyer, hangi meslek doldurabilir. Cevabı olan var mı?